Şam ziyareti sırasında Türkiye-Suriye İş Konseyi toplantısında bir konuşma yapan Erdoğan, Türkiye’nin dış politikada eksen değiştirip Doğu’ya kaydığına dair yorumları da yanıtlamış.
Erdoğan, “Eksen kayması değil, dış politikamız normalleşiyor. Dere yatağında akar. Ne kadar farklı yerlere kaydırırsanız kaydırın, er veya geç kendi yatağını bulur ve o yatakta akar” diye konuşmuş. Aslında güzel bir benzetme.
Ancak, Türkiye’de Batı düşmanlığının arttığı ve toplumun Doğulu karakterinin giderek belirginleştiği bir dönemden geçiyoruz. Arka plandaysa iktidarın İran, Sudan ve Hamas gibi, köktendinci ve radikal ülkelerle gruplara yakınlaşması var.
Bu arada, Batı aleyhtarlığının sadece “dinci” diye tanımlanan kesimlerde değil, kendilerini Atatürkçü ve laik sayan kesimlerde de prim yaptığı aşikâr. CHP’nin ağırlığını Avrupai değerlerden yana kullanmaması ve Türkiye’nin “Avrupalı kimliğini” ön plana çıkarmaktan kaçınması da bunu gösteriyor.
Bu durumda “dere”, Erdoğan’ın dediği gibi, “normal yatağında akmaya başlıyorsa”, o zaman “Bugüne kadar aktığı yatak anormal miydi?” sorusu akla geliyor. Erdoğan’ın konuyu ifade ediş şeklinden bu anlamı çıkarmak da mümkün.
Erdoğan, okuduğumuz kadarıyla, Suriye’de “dere” benzetmesini yaparken, Türkiye’nin geleneksel dış politikasından yana “kontrol cümleleri” de kullanmamış. Yanlış anlamaları gidermek amacıyla şuna benzer şeyler söylememiş:
“NATO üyesi ve AB adayı olan demokratik ve laik Türkiye, dış politikada ilgi alanını genişletiyor. Onun için buradayız. Bu da Batı ile bölge ülkeleri arasındaki gerginliğin giderilmesine katkıda bulunacak olumlu bir gelişmedir. Çünkü Türkiye bu iki dünya arasında önemli bir köprüdür.”
Bunun yerine tek başına “Dere doğru yatağını buluyor” demesi, Türkiye’nin genel yönelişi konusunda hem Batı’da, hem de Ortadoğu’da yaşanan tartışmaları körükleyecektir.
Erdoğan’ın bu tür çıkışlarına artık “diplomatik dil sürçmesi” veya “gaf“ olarak bakmıyoruz. Gönlünün kimlerden yana olduğu ve kimlerden yana olmadığı artık netleşti. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi, toplumun genel hissiyatına baktığımızda Erdoğan’ın “dere” benzetmesi aslında hiç de fena değil.
Türkiye’nin dereleri gerçekten de doğal mecralarını bulmaya başladılar. Dış politikadaki yönelişler de zaten bunun bir yansımasından ibaret. Bu sayede Avrupa’ya olan “kültürel mesafemizi” de ortaya çıkıyor.
Kısacası, Avrupalı olma yolunda bir ülke görüntüsü vermiyoruz artık. Özel kimliği olan bir Ortadoğu ülkesi olarak yükseliyoruz. Başbakan ve Dışişleri Bakanı da Şam’a gittiklerinde kendilerini Brüksel’e oranla çok daha rahat ve evde hissediyorlar.
Öte yandan, Avrupalı görünen kesimlerimizin ağırlıklı bölümü de “içsel” olarak değil, sadece “şekilsel” olarak Avrupalı. Suriye ile Lübnan’ı yöneten sınıflar içinde de benzeri eğilimler var.
Şu anda yeni yılın bizde, Hıristiyanların Noel Bayramı’nın ikonlarıyla bezenerek, çam ağaçlı ve Noel Baba’lı (yani Aziz Nikolaos’lu) bir şekilde kutlanması bile “şekilselliğe” dayanan bir kafa karmaşasını yansıtıyor.
Bu arada, Türkiye’nin AB üyesi olması halinde bunun Avrupa’nın ortak karakterini değiştireceğine inanan Avrupalıların sayısı da artıyor. AB üyesi olmasalar da Sırbistan ve Karadağ’ı da kendilerinden sayan Avrupalılar, Türkiye’ye aynı gözle bakamıyorlar.
Onun için Erdoğan’ın Şam’daki sözlerini, “Sadece Suriye için söylenmiş” diyerek yabana atmamak gerekiyor. Zira Türkiye’nin derelerinin sadece dış politikada değil, birçok alanda artık yataklarını bulmaya başladıklarını söyleyebiliriz. Bu da kötü bir şey değil.
Ne olup ne olmadığımızı bir an evvel anlamamız, ülke olarak yolumuzu ve yerimizi aradığımız şu sıralarda daha fazla zaman kaybedilmemesi açısından önemlidir.