İsrail ile yaşanan kriz, Erivan ile ilişkilerimizi ilgilendiren önemli bir gelişmeyi gölgeledi. Ermenistan Anayasa Mahkemesi, Türkiye ile üzerinde mutabık kalınan “Zürich Protokolleri”ni 12 Ocak’ta onayladı. Daha doğrusu, söz konusu protokollerde anayasaya aykırı bir husus bulmadı.
Her iki protokol iki ülke parlamentosunda hâlâ onay bekliyor. Fakat bu son gelişmenin Türkiye açısından önemini “Diplomatik İlişkilerin Kurulması” ile ilgili ilk protokolü okuyanlar bilir. Buna göre taraflar, birbirlerinin toprak bütünlüğünü tanıyor ve mevcut sınırlara saygı göstermeyi taahhüt ediyorlar. Protokolün 3. ve 5. maddeleri bu açıdan sarih.
Oysa Türkiye’de bu uzlaşma çabasına karşı çıkanların temel argümanı, “Ermenistan Kars Antlaşması’nı, dolayısıyla da mevcut Türk-Ermeni sınırını tanımıyor. Bunu da anayasalarına koydular” şeklindedir. İsteyenler elbette ki hâlâ, “Protokolde Kars Antlaşması’ndan ismen söz edilmiyor” diyebilirler.
Fakat metni hukukçu gözüyle okuyanlar, oradaki sözlerin ne anlama geldiğinin farkındalar. Anayasa Mahkemesi kararını açıklarken hazır bulunan bazı Ermenilerin “Hainler, siz Ermeni olamazsınız!” diye bağırmaları da zaten protokolün bu açıdan ne anlama geldiğini
Başbakan Erdoğan sonunda muradına eriyor. İsrail ile ilişkiler kopma noktasına geldi. Bundan da şunu çıkarıyoruz. Erdoğan’ın İsrail aleyhtarı açıklamaları, söylendiği gibi, duygusal çıkışlar değil. Bunlar hesaplı bir politikayı yansıtıyor.
Bu arada İsrail’de Türkiye’ye sert davranılmasını isteyenler de -ki başlarını Dışişleri Bakanı Lieberman çekiyor- muratlarına eriyorlar. Zira Erdoğan’ın son çıkışıyla Türkiye ile yumuşak gidilmesini isteyenlere karşı önemli koz sağladılar.
Haftaya Ankara’da beklenen Savunma Bakanı Barak ile Sanayi Bakanı Ben Eliezer’in de bu durumda gelmeyebilecekleri belirtiliyor. Her iki bakanın Türkiye ile ilişkileri önemsedikleri biliniyor.
İsrail medyasına göre Lieberman, sadece bu ziyaretlerin iptal edilmesini değil, Ankara’daki Büyükelçi’nin de geri çağrılmasını istiyor. Başbakan Netanyahu ise kendisini şimdilik frenliyor.
Bu arada, Lieberman’ın büyükelçimizi aşağılamak için hazırladığı “mizansen” de Türkiye’de tepki yarattı. İsrail Büyükelçisi bu nedenle dün Dışişleri’ne çağrıldı. Özetle, bu gidişle Türkiye’nin Büyükelçi’sini geri çekmesi de gündeme gelebilir.
Lieberman’ın olumsuz talepleri
Devlet Bakanı Zafer Çağlayan geçen hafta Çin Ticaret Bakanı Chen Deming’i ağırladı. Çin’in dünya ekonomisindeki yeri düşünülürse, bu öyle hafife alınacak bir ziyaret de değildi. Ziyaret sırasında iki ülke ilişkileri konusunda son derece sıcak mesajlar verildi. Ankara ile Pekin arasında adeta sevgi rüzgârları esti.
Gazetelerden okuduğumuz kadarıyla Çağlayan, Çin’e dönük ihracatımızı artırmak için o ülkenin 1, 2 trilyon dolarlık ithalatını tek tek analiz ettiklerini belirterek şöyle konuşmuş:
“Bana göre en büyük problem biz Çin’i tanıyamadık, Çin de bizi tanımadı, kendimizi tanıtamadık. Şimdi birbirimizi tanımanın, tanıtmanın yoğunlaşması gereken bir dönem. Ben inanıyorum ki Türkiye, bu dev ülkeye 100 milyar dolarlık mal satabilir.”
Çağlayan, Çin firmaları için Türkiye’de bir yatırım, ticaret veya sanayi bölgesi oluşturulması konusunda Deming ile mutabakat sağladıklarını da söylemiş. Ayrıca, tatlı bir sitemle, ‘’Ben Çin firması olsam çoktan Türkiye’ye gelip yatırımımı yapardım. Sizler neyi bekliyorsunuz bilmiyorum” diye konuşmuş.
Hepsi güzel de, ortada bir sorun yak mu burada? Bu kadar çabuk unutmuş olamayız. Bundan sadece altı ay önce Çin’in Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nde
Hafta içinde iki gelişme Ortadoğu siyasetinin Türk kamuoyunca fazla bilinmeyen bazı özelliklerini ortaya çıkardı. Bu gelişmeler ayrıca, Ortadoğu’ya dönük “proaktif diplomasi” yürüten Ankara’nın, bazı konularda ne denli hassas davranması gerektiğini gösterdi.
Bu gelişmelerden ilki, Mısır ile Gazze arasında kapalı olan Refah sınır geçidinde yaşanan olaylardı. İkincisi ise, Ankara’ya gelen Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın bu konudaki görüşleriydi.
Her iki gelişme ezber bozacak nitelikteydi. Zira Türkiye’de, “dinci” denen kesimlerdeki varsayım, “Müslüman kardeşliği her kapıyı açar” şeklindedir. Milliyetçi kesimdeki varsayım ise “Arap dayanışması” üzerine kuruludur.
Oysa Refah sınır kapısında olanlar, Arap ülkelerinin “din kardeşliği” veya “Arap dayanışması” adına egemenlik haklarından vazgeçmeye hazır olmadıklarını gösterdi.
Mahmud Abbas’ın, bizim de dahil olduğumuz bir grup gazeteciye orada olanlar hakkında önceki gün söylediği şuydu.
Mısır, yardım konvoyuna “Gazze’ye geçemezsin” demedi. Daha önce çok konvoy Mısır üzerinden bölgeye girdi. Ancak Mısır, “Benim dediğim şekilde ve yoldan geçeceksin” diyor. Yani kontrolü elinde tutmak istiyor. Olaylar ise konvoyun
Filistin Devlet Başkanı Abbas, yardım konvoyunun Gazze’ye girmesinin engellenmesi konusunda Mısır’ı değil Hamas’ı sorumlu tutuyor
Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Refah sınır kapısında yaşanan olaylar nedeniyle Türk kamuoyunun tepkisine neden olan Mısır’a toz kondurmuyor. Çıkan olaylardan da Hamas’ı sorumlu tutuyor. Mısır’ı ise, gerek Ortadoğu sorununun çözümü, gerek FKÖ ile Hamas arasındaki uzlaşma çabaları açısından kilit ülke olarak görüyor.
Abbas bu çerçevede Türkiye’den beklentilerini de ortaya koyuyor. Ankara’nın Hamas’ı Filistin’de demokratik seçimler yapılması konusunda ikna etmesini istiyor. Hamas’ın 2006’da demokratik yoldan seçildiğini belirten Abbas, ancak bu örgütün aynı yoldan gitmek istemediği için artık seçimlere karşı çıktığını söylüyor.
Filistin liderinin çarpıcı açıklamalarından bir de “Biz Allah’a ibadet ediyoruz. Hamas ise Allah’ı istismar ediyor” oldu. Görüşmelerde bulunmak üzere Ankara’ya gelen Abbas ile bir grup gazeteci olarak dün Ortadoğu’daki son gelişmeleri konuştuk.
Abbas’a ilk sorumuz Mısır ile Gazze arasındaki Refah kapısında meydana gelen olaylardı.
Mısır’ın Ortadoğu barışı açısından oynadığı temel rolü vurgulayan Abbas, “Filistinliler
Yeni yılın ilk günlerinde önemli yabancı konuklara ev sahipliği yapıyoruz. Bunlardan biri de önceki gün Ankara’ya gelen Japonya Dışişleri Bakanı Katsuya Okada’ydı. Bir günlük ziyareti sırasında kendisiyle kısa bir görüşmemiz oldu. Konuşmamızın ana eksenini ise İran meselesi ve küresel ekonomik kriz oluşturdu. Okada’nın söylediklerinden, Ankara’da yaptığı görüşmelerde de bu konuların ön plana çıktığı anlaşılıyordu. Ancak, bakanın sözlerinden önce bazı açıklamalar gerekiyor. Japonya, Türkiye gibi, şu anda Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesidir. Her iki ülke aynı zamanda G-20’lerin aktif üyesidir.
Bu arada BM’ye bağlı olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) başına da, kısa bir süre önce, Japon olan Yukio Amano seçildi. Ortadoğu enerji kaynaklarına bağımlılığı olan Japonya ayrıca, dünyada atom bombasının sonuçlarına maruz kalmış olan tek ülkedir.
Bu nedenle de hem Ortadoğu’nun istikrarına hem de dünyanın nükleer silahlarından arındırılmasına inanmaktadır. Japonya ayrıca uluslararası terörizmle mücadele ciddi parasal katkıda bulunan bir ülkedir. Bunun en son örneği de Afganistan için ayırdığı 5 milyar dolarlık yardım paketidir.
‘Türk-Japon yakınlığı’
Bu hususlar bile,
Önce Ömer Faruk Abdulmuttalib adlı Nijeryalı meczup, bir Amerikan yolcu uçağını havaya uçurmaya çalışırken yakalanıyor. Ardından adı açıklanmayan Somalili bir genç, Hz. Muhammed karikatürü ile İslam âleminde infial yaratan Danimarkalı karikatürcü Kurt W Estergaard’ı öldürmeye kalkıyor.
Derken yaşam Batı’daki Müslümanlar için tekrar yaşanmaz hal alıyor. Bunun geçici değil, kalıcı bir duruma doğru ilerlediğine dair işaretler de artıyor. Batı’da yaşayan milyonlarca Müslüman’ın cemaat önderleri ise yaşam alanları daralırken sadece seyirci kalıyorlar.
Temel nedeni ise “kültürel çelişki.” Söz konusu cemaat önderleri bu tür saldırılar karşısında, içinde yaşadıkları ve nimetlerinden yararlandıkları Batı’daki kamuoyunu tatmin edecek kınayıcı tavırları bir türlü sergileyemiyorlar.
Saldırı sonrasında birkaç “siyaseten gerekli” açıklamayla yetiniyorlar. Durumu İsrail ile veya ABD’nin Irak işgali ile açıklamaya çalışmaları ise Müslümanlara karşı duyulan infiali daha da körüklüyor.
Burada milyonlarca Müslüman’ın yaşadığı Batı toplumunun psikolojisinden söz ediyoruz. Batı’da insanların sokakta yürürken İslamiyet adına öldürülmeleri, Müslüman cemaat önderlerinin “açıklayıcı
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Batı Akdeniz’de bir Likya Medeniyeti Müzesi için Batı’dan isteyecekleri ilk şeyin Noel Baba’nın kemikleri olacağını açıklamış. Toplum olarak yaşadığımız ve her yılbaşında en somut şeklini alan kimlik karmaşamızı sergilemek açısından bundan güzel bir örnek bulunamazdı.
Peki, Kültür Bakanı, o kemikleri buraya getirebilirse, o zaman bahsettiği o müzenin Hıristiyanların en kutsal mekânlarından biri haline geleceğinin farkında mı? Yoksa farkında olmadan Müslüman mahallesinde salyangoz mu satmayı tasarlıyor?
Hıristiyan âleminin popüler kültüründe “Santa Klaus” (Santa Claus) veya “Noel Baba” olarak da bilinen Aziz Nikolaos’u kaçımız tanıyoruz? Gerçek kimliği bilinse, Hıristiyanlığa karşı hoşgörüsüzlüğün ayyuka çıktığı Türkiye’de bu kadar popüler olur muydu?
Bu arada, kemikleri niçin İtalya’da (hatta bir iddiaya göre İrlanda’da) bulunuyor? Ne zaman ve hangi şartlarda oraya götürülmüş? Bunların yanıtını kaçımız biliyoruz? Bizler sadece, kırmızı kıyafetli, ak sakallı ve göbekli olan neşeli ve sevecen bir dedeyi tanınıyoruz, o kadar.
Aziz Nikolaos, M.S. 270-346 yılları arasında yaşamış ve doğduğu Mira (bugünkü Demre) kentinin piskoposluğuna kadar