Türkiye çok sarsıntılı bir dönemden geçiyor. Hem içeride, hem de dışarıda yaşanan ve geleneksel kalıpların dışına çıkan gelişmeler de bu ortamda çeşitli sorulara neden oluyor. Kimi kesimler yaşanan değişim sürecini endişeyle izlerken, diğer bazı kesimler bu süreci ülkenin geleceği açısından olumlu buluyorlar.
Bu durumda sorulacak temel soru şu olsa gerek: Yaşanan ve üzücü olayları da içeren gelişmeler bir dağılma sürecinin ağrılarını mı, yoksa bir büyüme sürecinin sancılarını mı temsil ediyor?
Muhalefetin, “ihanet” suçlamalarıyla bezenen kızgın açıklamalarına bakacak olursak, Türkiye şu anda bir dağılma sürecinden geçiyor. İktidardaki AKP ise bunun arkasındaki temel itici güç. Zira daha önce sıkı bir şekilde kapalı olan tehlikeli kapıları açmıştır.
Kısacası, AKP’nin “bölücü politikaları” olmasaydı, içinde bulunduğumuz durum da söz konusu olmayacaktı. CHP ile MHP’den gelen açıklamalar bu doğrultuda. Peki, durum gerçekten bu kadar basit mi? Başka bir parti iktidarda olsaydı, hükümetin içerde ve dışarıda üzerine gitmeye çalıştığı sorunlarla karşılaşmayacak mıydı?
Bu sorunun yanıtı apaçık ortada. Onun için burada meşru olarak tartışılabilecek şey, AKP iktidarının sorunlara
Başbakan Erdoğan’ın ABD ziyaretinden çok dramatik bir sonuç çıkmadı. Taraflar esas itibariyle, Bush dönemi sonrasında düzelen ilişkilerin önemini bir kez daha teyit etmiş oldular. Fakat Amerikalıların “breakthrough” dedikleri “yeni ve beklenmedik” bir gelişme yok.
Diplomatlara soracak olursanız, haklı olarak, “Peki, ne bekliyordunuz?” diyeceklerdir. Sonuçta gündem maddeleri ve tarafların görüşleri önceden belliydi. Özetle, ziyaret öncesinde yaratılan “kritik buluşma” havası geriye bakıldığında abartılı görünüyor.
Bu arada tarafların bazı açıklamalarından daha çok kendi kamuoylarını gözettikleri belliydi.
Erdoğan için bu çerçevedeki en önemli konulardan biri, tabii ki, terör ve Kuzey Irak’taki PKK meselesiydi. Fakat ABD tarafı bu konuda Türkiye’ye azami desteği verdiğine inanıyor. ABD Büyükelçisi James Jeffrey, Erdoğan’ın ziyareti öncesinde bize verdiği mülakatta, bunu açıkça söylemişti.
Uzun kariyeri sırasında ülkesinin terörizm konusunda başka bir ülkeyle bu kadar yakın işbirliği yaptığını hatırlamadığını belirtmişti.
Özetle, bu konuda işbirliği zaten sürüyor ve sürecek. Zira ABD, Kürt açılımından Kuzey Irak’ın istikrarına kadar bir dizi hayati meselenin buna bağlı
İsrail Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakanı Binyamin Ben Eliezer, cumartesi günü yaptığı açıklamada, Türkiye ile ülkesi arasındaki gerginliğin sona erdiğini söyledi.
Bakana göre ilişkiler tekrar normal rayına oturmuş durumda.
Bu arada, Türkiye’nin İsrail ile Suriye arasında yeniden arabulucu olması da söz konusuymuş. Ben Eliezer’in kişisel temennisi ise, yakın bir tarihte gerçekleşecek bir Erdoğan-Netanyahu görüşmesiymiş.
Fakat, İsrail basınını takip edenler, bu konularda ciddi bir ihtiyat payının bırakılmasında yarar olduğunu görüyorlardır. Zira İsrail kabinesinde herkes Ben Eliezer gibi düşünmüyor. İsrail basınına konuşan hükümete yakın kaynaklar, Suriye ile arabuluculuk konusunda söylenenleri de pek doğrulamıyorlar.
Başbakan Netanyahu ile Dışişleri Bakanı Liebermann’ın yaptıkları açıklamalarda bu konuda bir esneklik payı bırakmamaları da zaten dikkat çekiyor. Her ikisi defalarca Türkiye’nin arabuluculuğunun artık söz konusu olmadığını söylediler.
Bu durumda, “Türk dostu” diye bilinen Ben Eliezer’in açıklamalarını ya “iyi niyet temennileri” olarak kabul etmemiz ya da iki hükümetin perde arkasında bir “şaşırtma oyunu” oynadıklarına kanaat getirmemiz gerekiyor.
İsrailli
İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinecad’ın, uranyum stoklarını zenginleştirme konusunda dünyaya meydan okuması, ABD ziyareti öncesinde “can dostu” Başbakan Erdoğan’ı zora soktu.
Güvenlik Konseyi daimi üyeleri Rusya ve Çin’in bile geçen hafta Tahran’ı kınayan bir tasarıya katılmalarına kızan İran’ın, “Diyalog bitmiştir” şeklindeki açıklamaları ise, Ankara’nın “Diyalog kapıları açık kalsın” argümanını da anlamsız kılmıştır. Bu arada, Türkiye’nin, “Her ülkenin barışçıl nükleer enerjiye hakkı var” argümanı da, İran’ın açıkladığı ve uranyumun zenginleştirilmesi için yeni tesislerin kurulacağını ortaya koyan yaklaşımıyla ciddi darbe yemiştir.
Zira Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) üyesi olan, ayrıca Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na (NPT) taraf olan İran’ın, Kum kentinde daha önce gizlediği bir uranyum zenginleştirme tesisinin varlığını bu yaz açıklaması, samimiyetine dair uluslararası kuşkuları daha da artırmıştır.
Ankara’nın itibarını sarstı
Tahran’ın 10 farklı yerde benzeri yeni tesisler kuracağını söylemesi ise bu kuşkuları iyice körüklemiştir. Öte yandan, geçen hafta IAEA’daki oylamada İran’ı kınayan tasarı konusunda küçük ve marjinal bir
Hayatın temelinde her şeyin göreli olduğu gerçeği yatar. “Her şeyde bir hayır var” derken bunu kastederiz. Kültürümüzün bir gereği olarak bunu daha çok “kaderci” bir açıdan söyleriz. Bu da belli bir olumsuzluğa işaret eder. Fakat gelişmelere nesnel ve olumlu bir açıdan bakmak da mümkün.
1930’ların Avrupası, insanlık tarihinde o ana kadar görülmemiş bir vahşetin yaşandığı 1940’lardaki gelişmelere yol açmasaydı, bugünün birleşik Avrupası acaba insan hakları ve demokrasi açısından eriştiği ortak düzeyi yakalayabilir miydi?
Sonuçta, Voltaire’lerin, Schiller’lerin, Goethe’lerin, Rousseau’ların veya Erasmus’ların kıtası olması Avrupalıların 70 yıl önce sergiledikleri barbarlığı engelleyemedi. Demek ki bazı şeylerin anlaşılması için bazı şeylerin yaşanması gerekiyor.
Bildik paradigmanın iflası
Türkiye’de gelinen noktanın da bu olduğuna inanıyoruz. Burada Avrupa’nın barbarlığı ile bir kıyaslama da yapmıyoruz. Kendi gerçeklerimizin kapsamında konuşuyoruz.
AKP’nin, alışılmış kalıpları yıkarak, demokratik yoldan iktidara oturması, askerin siyasete müdahale çabalarının yol açtığı olumsuzluklar, Ergenekon davası, Alevi açılımı, Kürt açılımı vs. derken, Türkler bugüne kadar ısrarla
Dışişleri Bakanlığımızın bizce vakit geçirmeden şöyle bir açıklama yapması gerekiyor:
“Türkiye, ihtilaflı tarafların barış konusunda samimi olduklarını göstermeleri ve bu konuda yardım istemeleri halinde hizmetlerini sunmaya hazırdır. Ancak, İsrail ve Suriye arasında doğrudan veya dolaylı arabuluculuk yapmak gibi özel bir merakı, hevesi ya da tutkusu yoktur. Bu konunun çerçevesi dışında kullanılması Türkiye’yi rahatsız etmektedir.”
Böyle bir açıklamaya gerek olduğunu düşünüyoruz, zira bu husus gerçekten de kendi çerçevesi ve anlamı dışında kullanılmaya başlandı. Bunun en bariz örneği de İsrail “Türkiye’yi istemiyoruz” dedikçe, Suriye’nin “Biz de başkasını istemiyoruz” diye ısrar etmesidir. Her iki yaklaşım bir samimiyetsizliği yansıtıyor.
İsrail Başbakanı Netanyahu ve Dışişleri Bakanı Liebermann, “tarafsız” olmadığı gerekçesiyle Türkiye’yi arabulucu olarak istemediklerini söylerken, belli ki Suriye’den çok Ankara ile bozulan ilişkilerini kolluyorlar.
Gazze konusundaki tutumu nedeniyle Ankara’yı “cezalandırmaya” çalışıyorlar. Başka bir ifadeyle, “İsrail konusundaki tutumunu sürdürürsen Ortadoğu’da bu önemli rolleri üstlenme şansını yitirirsin” demeye getiriyorlar. Türkiye,
ABD’nin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, Kürt açılımı gibi konuların arkasında ülkesinin bulunduğu iddialarından rahatsız. Türkiye’yi her zaman desteklediklerini söyleyen Jeffrey, oysa ülkesinin muhalefet tarafından “zehirli bir hap” olarak kullanıldığını belirtti. Jeffrey, Başbakan Erdoğan’ın Washington ziyareti öncesinde sorularımızı yanıtladı:
Başbakan Erdoğan’ın Washington ziyareti öncesinde medyanızda Türkiye’nin eksen değiştirdiğine dair yorumlar artıyor, siz buna inanıyor musunuz?
Biz, Başkan Obama’nın TBMM’de söylediği gibi, Türkiye’nin canlı demokratik ve laik bir ülke olduğuna inanıyoruz. Türkiye ile çok yakın ilişkilerimiz var. Ancak, Amerika’da olduğu gibi, Türkiye’de de siyasetin yönüyle ilgili tartışmaların çoğulcu bir ortamda ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde yapılması gerektiğine inanıyoruz. Washington Post gazetesinde önceki gün yayımlanan yorumda olduğu gibi insanlar bazı soruları soruyorlar. Ancak soru sormak, nihai bir kanaate varldığı anlamına gelmez.
Türk-İsrail ilişkileri eksen kayması tartışmalarını körüklüyor. Bu iki ülke bir yol ayrımında mı?
Türk İsrail ilişkisine önem vermemizin bir nedeni, bunun İsraillilere, nüfusu ağırlıklı olarak Müslüman
Belçikalı sağcı (ve dinci) Başbakan Herman Van Rompuy’un AB Başkanı olarak seçilmesi Avrupa’da da kafaları karıştırdı. Tony Blair, Jean-Claude Juncker, Felipe Gonzales ve Wolfgang Schuessel gibi tanınmış adayların yerine, bilinmeyen birisinin seçilmesinin nedenleri araştırılıyor şimdi.
İngiliz Daily Telgraph gazetesinin “mükemmel bir hiç” (a perfect nobody) diye tanımladığı Rompuy’un, “farklı beklentilerin asgari düzeydeki ortak yanlarını temsil eden kişi” olarak görülmesi aslında sorunun yanıtını içinde taşıyor.
Özetle Rompuy, “güçlü şahsiyeti” için değil “tekneyi sarsmayacak kişiliği” için seçildi. Avrupa kamuoyuna, AB’nin diplomatik dilinde, “uzlaştırıcı kişi” olarak tanıtılmasının anlamı da budur. Ancak, Rompuy’un seçilmesinden dolayı Avrupa’da herkesin memnun olmadığı da ortada.
Kardeşi de karşı
O kadar ki, komünist olan kendi kız kardeşi Christine de Rompuy bile abisinin politik anlayışına karşı. İkisinin yolları da zaten, Christine’in üyesi olduğu Belçika İşçi Partisi’nin seçim afişlerinde Rompuy’un hokkabaz olarak karikatürize edilmesinden sonra ayrılmış.
Öte yandan Rompuy, basınımızda bol bol yer alan Türkiye hakkındaki olumsuz görüşleri nedeniyle de soru