İran’ın daveti üzerine Kâbil’den önceki gün apar topar Tebriz’e geçip dün İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinecad ile görüşen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bu ziyaretinin amacı neydi?
Davutoğlu Batı ile İran arasında “arabuluculuk” mu yapıyor? Yoksa işin içinde başka bir şey mi var? Bu çerçevede iki hususa hemen işaret etmek gerek:
1- Gelişmeler, Batı’da artan bir şekilde dillendirilen “Türkiye’nin aidiyet sorunu”nun İran konusuyla yeniden canlanacağını gösteriyor.
2- İran meselesinin, “bölgesel etkinliği arttığı” söylenen Türkiye’nin bu açıdan “rüştünü kanıtlaması için” bir sınav da olacağı anlaşılıyor.
İran’ın, zenginleştirilmek üzere uranyum stoklarını Rusya, Fransa veya Türkiye’ye göndermesini öngören öneriyi önceki gün reddetmesi, uluslararası tansiyonu yeniden artırdı. İran’ın, uranyumu her halükârda topraklarında tutmak istediğini gösteren karşı teklifinin Batı tarafından reddedilmesi ise Tahran’a karşı yaptırımlar konusunu yeniden gündeme getirdi.
Antipati zaten biliniyor
ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin insani maliyeti yadsınamaz. Bazı hesaplamalara göre, bu işgalde ölenlerin sayısı Saddam’ın öldürdüklerinden fazla. Ölümler de hâlâ durmuş değil.
Bu arada Amerikalı askerlerin Iraklılara karşı işledikleri suçlar da ayyuka çıktı. Bu ülkenin sokaktaki Iraklı tarafından “kurtarıcı” değil, “işgalci” olarak görülmesi bu koşullarda şaşırtıcı değil.
Ancak, işin insani boyutunu hiç unutmadan ve kesinlikle azımsamadan konuya farklı bir açıdan baktığımızda, Türkiye’nin bu işgal sonrasında, siyasi açıdan olmasa bile, ekonomik açıdan en kârlı çıkan ülkelerin arasında olduğu da görülüyor.
Bu savaş için bugüne kadar bir trilyon dolardan fazla para harcayan ABD ise listenin sonunda yer alıyor. 12 Kasım tarihli New York Time gazetesinde çıkan haber de bunu ortaya koyuyor.
Haberi kaleme alan Rod Norland, geçen hafta Bağdat’ta yapılan Uluslararası Ticaret Fuarı’na katılan 396 yabancı şirketten sadece iki veya üçünün Amerikan şirketi olduğunu yazdı. Bunların hangi şirketler olduğunu sorduğunda da, fuar yöneticisinden “İsimlerini hatırlamıyorum” yanıtını aldığını belirtti.
Anlamakta güçlük çekiyorlar
ABD diplomasisinin üst kademesinden bir isimle konuşuyoruz. Ermenistan ile imzalanan “Zürih Protokolleri”nin akıbetini soruyor. Bunların Meclis’ten geçmesinin ne kadar zaman alacağını merak ediyor.
Ardından da hatırlatmada bulunuyor. “Aslında fazla zaman da yok. Yakında 24 Nisan ve soykırım baskısı tekrar başlayacak.” Gerçekten de Amerika’daki Ermeni lobisi şimdiden hareketlendi.
Diasporadaki sertlik yanlıları, TBMM’nin protokolleri onaylamamasını ümit ediyorlar. Böylece, bu protokollerle daralan hareket sahalarına tekrar kavuşmayı umuyorlar.
Konuştuğumuz Amerikalı yetkilinin yaklaşımında, basit bir hatırlatmadan çok, ciddi bir uyarı varmış gibi geldi bize. Biz de, ayaküstü dile getirilen bu görüşün ayyuka çıkması halinde, bunun Türk kamuoyunda “bir tehdit” olarak algılanacağını söyledik.
Bu arada, Türk tarafının üst kademesinden bir yetkiliye kısa bir süre önce benzeri bir soruyu sorduğumuzda aldığımız çarpıcı yanıtı tekrarladık. “Türk tarafı ABD’den gelecek 24 Nisan baskısı karşısında ‘o zaman biz de o protokolleri törenle yırtıp atarız’ diye konuşuyor” dedik.
Mazoşist eğilim var
ABD’li muhatabımız bu yanıt karşısında bir süre suskun kaldı. Yüzünde “Şu çılgın
Aldous Huxley’in bir sözü var. “Gerçekleri göz ardı etmek o gerçekleri ortadan kaldırmaz” der ünlü İngiliz yazar. Dün TBMM’de yapılan tarihi oturumdaki konuşmaları dinlerken, aklımıza bu söz geldi.
Biz de buna şu eklemede bulunuyoruz: “Göz ardı edilen gerçekler eninde sonunda su yüzüne çıkar.” Kürt sorunu açısından geçmiş 35 yıla bakalım. Karşımıza gerçeklerin sadece göz ardı edilmediği, aynı zamanda ısrarla inkâr edildiği bir dönem çıkıyor.
Dünkü gazetelerde Anadolu Ajansı’nın ünlü tarihçimiz Halil İnalcık ile bir söyleşisi vardı.
Tuna kıyılarında Kanuni dönemine ait hoş anekdotları kendi ağzından dinleme şerefine ulaştığımız İnalcık’ın söyledikleri, bugün bile nasıl bir “devekuşu” anlayışıyla yönetildiğimizi ortaya koyuyordu.
Yaşayan en önemli tarihçimiz olan İnalcık’ın, okullarda okutulan tarih kitaplarındaki fahiş hataları tespit etmesine rağmen, yetkili hiç kimsenin bu konuda kendisine danışmadığını anlatması, “gerçekler” açısından bugün bile nerede olduğumuzu trajik bir şekilde ortaya koyuyor.
Belge, Erdem ve İnalcıkBaşka bir ifadeyle, “kafayı kuma gömme” güdümüzden henüz kurtulabilmiş değiliz. Buna rağmen bu durumun da artık zorunlu olarak değişmeye başladığını
Başbakan Erdoğan’ın aralık başındaki Washington ziyareti sırasında sıkıntılı anlar yaşayacağı anlaşılıyor. ABD’nin -hatta dünyanın- en önemli gazetelerinden olan Wall Street Journal’da, David Schenker imzasıyla 5 Kasım’da yayımlanan yorumun zehir zemberek içeriği bunun sadece son kanıtı.
“Ortadoğu uzmanı” olduğu belirtilen Schenker özetle şunu söylüyor:
“İçeride, özellikle hür basına karşı baskıcı uygulamalarını artıran İslamcı iktidar, dışarıda da Türkiye’yi Batı’dan giderek uzaklaştırıyor. İran gibi konularda NATO ilkelerine de ters düşerek, güvenilmez müttefik görüntüsü veriyor. Türkiye’nin NATO üyeliği konusunda 2014’te bir karar verme durumunda kalınabilir. Özetle, Türkiye konusunda en kötü hal senaryolarını düşünme zamanı gelmiştir.”
Bizce bu savlar aşırı iddialı. Ancak, bu görüşlerin ABD’nin kanaat önderleri arasında yayılmakta olduğunu görüyoruz. Bu arada, AKP’nin Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırıp İslamlaştırdığına dair kanaatin, tümüyle olmasa da, ağırlıklı olarak ABD kaynaklı olması ayrıca dikkat çekiyor.
ABD’de aleyhte kamuoyu oluşur
New York Times, Christian Science Monitor, Wall Street Journal gibi önemli gazetelerde çıkan bu yorumların devam etmesi halinde,
Ankara’nın Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in İSEDAK’a katılması konusunu ne kadar iyi idare ettiği tartışmaya açıktır. Bizce bu kriz de iyi yönetilemedi. Cumhurbaşkanı Gül’ün ifadesiyle “hem Batıya, hem de Doğuya bakan Türkiye” bu olayda da iki dünya arasında sıkışıp kaldı.
Nitekim Başbakan Erdoğan’ın dünkü açıklamaları da bunu gösterdi. “Bizim de mensubu olduğumuz İslam dünyasına ait bir insanın soykırım yapması asla mümkün değildir” sözleriyle El Beşir’e güçlü destek vermesi, Türkiye’nin aidiyeti konusunda süren tartışmalara benzin taşımış oldu.
Erdoğan, “Ben gittim gerçekleri gördüm” dese de, El Beşir, Müslüman Boşnakların katili Radovan Karadzic’i yargılayan mahkeme tarafından Darfur’daki zenci Müslümanlara karşı “soykırım” işlemekle suçlanıyor.
Böyle birisinin 18 ay içinde üçüncü kez Türkiye’de peyda olması, sadece Gazze’de değil, tüm dünyada insan haklarını önemseyenler açısından son derece sevimsiz bir gelişme olacaktı.
Olumlu bir gelişme
Bu nedenle El Beşir’in, Ankara’dan Hartum’a giden diplomatik telkinler üzerine, son dakikada İstanbul’a gelmekten vazgeçmesi olumlu bir gelişmedir. Gerçi Sudan basınında dün çıkan haberlere bakılacak olursa, ortada hâlâ bir
Paris
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Türkiye’nin dış politikada eksen değiştirdiğine” dair tartışmalarından rahatsızlık duyuyor. Fransa ziyareti için önceki akşam Paris’e uçarken bunu açıkça ortaya koydu.
Kendisine refakat eden ve bizim de dahil olduğumuz küçük bir gazeteci grubuyla konuşurken bu tartışmaları “anlamsız ve maksatlı” bulduğunu söyledi.
Bu arada gündemin üstlerine çıktığı için Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir’in Türkiye’ye gelmesi konusuna da değindi. Bununla ilgili soruyu yanıtlarken, Beşir’in Ankara’nın değil toplantıyı organize eden İslam Konferansı Örgütü’nün davetlisi olduğunu, Türkiye’nin ise kendisini gözaltına alma gibi bir zorunluluğunun bulunmadığını söyledi.
Türkiye’nin Beşir hakkında tutuklama kararı çıkaran mahkemeyi tanımadığını anımsatan Davutoğlu, Sudan’ın şu anda en istikrarlı dönemini yaşamakta olduğunu da belirtti. Ancak Davutoğlu’nun Fransa ziyareti sırasında esas üzerinde durmak istediği konuya dönersek, şöyle bir görüntü çıkıyor ortaya.
“Çok boyutlu coğrafyası ve tarihi olan ülkelerin tek boyutlu bir dış politika izleme lükslerinin bulunmadığını” belirten Davutoğlu, Türkiye’nin bu tür ülkelerin en çarpıcı örneği olduğunu
Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığına dair yorumlara dün Cumhurbaşkanı Gül’den bir yanıt daha geldi. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun (USAK) yeni binasının açılışında konuşan Gül, bu konuyu bizce doğru olan temele oturttu.
Türkiye’nin hem Doğu’ya hem de Batı’ya bakan bir ülke olduğunu vurgulayan Gül, demokrasi ve insan haklarındaki gelişmelere işaret ederek, “Önemli olan Türkiye’nin değerlerinin hangi istikamette ilerliyor olmasıdır” dedi.
Ancak, bu tür güvencelere rağmen, kendi çevremizde dahi “Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor” diye endişeleneler var. Fakat bu kişilerin daha çok toplumsal yaşam tarzımızdaki Batılı görüntüyü kaybediyor olmamızdan kaygılandıklarını görüyoruz.
Ancak burada şu soru hemen akla geliyor: “Biz ne zaman Batılı olduk ki, şimdi Batılı özelliğimizi kaybedelim?” Türkiye’de Batılı yaşam tarzı sürdürenlerin sayısı hiç de az değil tabii. Ancak değerleri ve dünya görüşleri itibariyle gerçekten Batılı olanlar, “şekilsel” olarak Batılı olanların arasında bir azınlıktır.
Gerçek Batılı olanlar...
Gerçekten Batılı olan bu azınlığı tanımakta da güçlük çekmeyiz. Çünkü onlar, sosyal adalet, insan hakları, azınlık hakları gibi kökeni Batı olan değerleri