Kötü habere endeksli bir toplumuz. Medyamız da haliyle bunu yansıtıyor. İyi haberin pek “satmayacağı” düşünülüyor. Doğrudur da. Türkiye hakkında iyi bir haber çıktı mı, ulusal mazoşizmimiz hemen devreye giriyor. “Kesin vardır bir bit yeniği, yoksa eniştem öpmezdi” deniyor. Ama bazı iyi haberleri göz ardı etmemek lazım.
Cuma günü ünlü ekonomik “rating” kuruluşu Standard and Poors (SP) Türkiye’nin kredi notunu BB ve BB+ olarak yükseltti. Anladığımız kadarıyla bu not Türkiye’ye yatırım açısından tam onay vermiyor. Ancak Türkiye’nin önünün açık olduğu belirtiliyor. Bu nedenle önümüzdeki 12-24 ay içinde yeni bir kredi artışının olabileceği söyleniyor.
Bunların ne anlama geldiğini en iyi ekonomistler bilir. Onun için ayrıntılarını onlara bırakıyoruz. CNN Türk’te Bilal Çetin ve Erdal Sağlam ile NTV’de de Mahfi Eğilmez ile Servet Yıldırım’ı bu sabah bu konuda dinlemek kanımızca yararlı olacak.
Biz gene de burada SP’den Frank Gill’in konuyla ilgili tespitlerine yer vermek istiyoruz. Gill şunları söylüyor:
“Bu rating artışı, Türk hükümetinin son 10 yıldır borç yükünü düzenli olarak azaltması sayesinde, ekonomik siyasetteki esnekliğini geliştirmesine ilişkin görüşümüzü yansıtıyor. Bu
Ermenistan Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu’nun Zürich Protokolleri’ni görüşmeye başlaması açıkçası bir sürpriz oldu. Zira Cumhurbaşkanı Sarkisyan, daha birkaç gün önce Türkiye protokolleri onaylamadan kendi meclislerinin bu süreci başlatmayacağını söylemişti.
TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Murat Mercan ise daha önce yaptığı açıklamalarda, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin protokoller konusunda aldığı gerekçeli kararın anlamı açıklığa kavuşmadan ve Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığı çözülmeden protokollerin gündeme alınmayacağını vurgulamıştı.
Sarkisyan’ın sözleri ışığında Ermenistan’ın da süreci kendi meclisinde benzeri şeklide dondurması bekleniyordu. Ancak bu son gelişme, Erivan’ın hem dış baskıları hafifletmek, hem de Türkiye’nin kendisini içine soktuğu açmazdan yararlanmak istediğini gösteriyor.
Konuyu açıkça ortaya koymak gerekiyorsa, Erivan Türkiye’yi bu protokoller yoluyla uluslararası camia nezdinde yalnız bırakmak istiyor. ABD ve AB’den gelen ve protokollerin bir an evvel onaylanıp hayata geçirilmesini isteyen baskıları da not ederek, sağlayacağını düşündüğü avantajı pekiştirmeyi amaçlıyor.
Erivan yönetimi, Ermenistan parlamentosunun protokolleri onaylaması
S8ırbistan ve Bosna Hersek dışişleri bakanlarının “Üçlü Mekanizma” çerçevesinde geçen hafta Ankara’da bir araya gelmelerinden sonra yazdığımız yazıda, “Türkiye’nin Balkan politikasının başarılı olduğunu” söylemiştik. Dışişleri çevrelerinin bu konuda AB’ye yönelttikleri eleştirilere de yer vermiştik.
Bizde şahsen Ankara’nın burada oynadığı rolü başarılı buluyoruz. “Düşman kardeşler” olan Sırplarla Boşnakları bir araya getirmenin herkes tarafından olumlu bir gelişme olarak kabul edilmesi gerektiğine de inanıyoruz.
Bu arada, Dışişleri çevrelerimiz gibi, AB’nin bugüne kadar Balkanlar’da ortalığı karıştırmak dışında olumlu bir rol oynamadığını düşünüyoruz. Zamanında Yugoslav savaşını sona erdiren de zaten AB değil, sonunda ABD’deydi.
O yazımız üzerine arayan AB’li diplomatlar oldu. Söylediklerinden, Türkiye’nin Balkanlar’da oynadığı başarılı rolden rahatsız oldukları bariz bir şekilde anlaşılıyordu. İşin ilginç yanı, Türkiye’nin yakın ilişki içinde olduğu bazı Balkan ülkelerinin de bu rahatsızlığı paylaşmalarıdır.
AB ve Balkan ülkeleri diplomatlarının anlatımlarına göre, bu rahatsızlığın nedenlerinin temelinde şu düşünce yatıyor: “Türkiye’nin Bosna’da yanlış kişileri
Kıbrıslı Rum Meletis Apostolides’in, İngiliz David ve Linda Orams çiftine karşı Kuzey Kıbrıs’taki arazisi üzerine yaptıkları ev için açtığı davayı başarıyla sonuçlandırması, Türk tarafında telaşa neden olmuştu.
Nitekim Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat da Kıbrıs sorununun içinden en çıkılmaz boyutlarından birinin bu “mal mülk meselesi” olacağını her zaman teslim etmiştir. KKTC de zaten bunun için bir mal mülk komisyonu kurdu.
Aksi takdirde, Orams davasının da gösterdiği gibi, uluslararası mahkemelerde yargılanıp milyarlarca dolarlık bir fatura ile karşı karşıya kalacaktı. Bunu bir ölçüde önlemek için, “takas veya tazminat” prensibine dayalı bu komisyon yoluyla süreci kontrol altında tutmayı amaçladı.
Bu komisyon çerçevesinde de ciddi faturalarla karşı karşıya kalınabileceği tabii ki hesaplandı. Bu işin kaçınılmaz yanıdır. Ancak, KKTC’ye ait bir kurum olarak, bu komisyonun yargı yetkisi kabul edilirse, Kıbrıslı Türkler açısından bu önemli bir yasal başarı sayılacaktı.
Zira KKTC’nin bir kurumunun yasal yetkisi uluslararası camia tarafından tanınmış olacaktı. Nitekim öyle de oldu. Söz konusu komisyonun yasal yetkisi, kısmen de olsa, kabul edildi ve bugün isteyen Rum buna
Avrupa Parlamentosu’nun kabul ettiği son Türkiye raporundaki bazı tespitlere diyeceğimiz yok. Ama Kıbrıs konusundaki yaklaşımı karşısında Başbakan Erdoğan gibi düşünüyoruz. Bu Avrupa Parlamentosu gerçekten kör. Bu saatte oturup Türkiye’ye, “Adadan askerini çek, Maraş’ı aç” gibi saçma sapan dayatmalarda bulunmaya çalışmak için kör olmak da yetmiyor.
Aynı zamanda hafıza yoksunu ve cahil olmak gerekiyor. Avrupalı parlamenterlerin bazıları öyle olsa bile, hepsi bu kadar yeteneksiz olamayacaklarına göre, burada kasıtlı ve kötü niyetli bir tutumun da söz konusu olduğu aşikâr.
Raporun Kıbrıs ile ilgili kısmını okuyunca aklımıza anında, “Bunlar kendi parlamentolarında 2003 yılında konuşulanları nasıl unutabilirler?” sorusu geldi. Avrupa parlamenterlerinin, Annan Planı’nı reddetmeleri üzerine, Rumlar hakkında o sırada neler söyledikleri, yakmadılarsa, arşivlerinde duruyor.
Bu arada o dönemin AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günther Verheugen’in “Rumlar beni kandırdı” sözü de arşivlerde duruyor. Dahası, planına “evet” demiş olan Kıbrıslı Türklere karşı AB tarafından uygulanan bariz ayrımcılık da ortada.
Raporu hazırlayan Hollandalı Hıristiyan Demokrat Ria Oomen-Ruijten’in
Türkiye, doğru vizyon ve stratejilerle dış politikada oynayabileceği önemli rolü Balkanlar’da gösteriyor. Bu da Ankara’yı Ortadoğu ve Kafkaslar’da henüz yakalayamadığı bir başarıya taşıyor. “Üçlü Mekanizma” çerçevesinde Ankara’da dün bir araya gelen Türkiye, Sırbistan ve Bosna Hersek dışişleri bakanları toplantısından çıkan sonuçta da bunu görüyoruz.
Aslında Sırbistan ile Bosna Hersek arasında diplomatik ilişkiler yok değil. Ancak bunlar “maslahatgüzar” düzeyinde yürüyor çünkü Belgrad Bosna’nın büyükelçi adayını daha önce reddetmişti. Bu alt düzey ilişkiye rağmen taraflar arasında diyalog ise yok gibiydi. Ancak bu engel Türkiye sayesinde aşıldı.
Bu arada Sırbistan da Bosna’nın büyükelçi adayını bu kez kabul etti. İki ülke böylece Ankara’nın çabalarıyla, ilişkilerini normalleştirme yönünde önemli bir adım atmış oluyorlar. Türkiye’nin şimdiki hedefi “güven artırıcı önemler” ile bu ilişkileri daha da olumlu düzeylere taşımak. Zira Türk diplomatlarına göre Balkanlar’daki huzur ancak böyle sağlanabilir.
Sırbistan ile Bosna Hersek arasındaki sorunlar tümüyle ortadan kalkmış değil tabii. Bu arada işi zorlaştıran gelişmeler de var. Örneğin Türkiye, AB’nin Bosna’ya karşı ayrımcılık
Türkiye’nin önümüzdeki dönemde yeni bir sınavla karşı karşıya kalacağı anlaşılıyor. Batılı “müttefiklerimiz” de bu konuyu Türkiye açısından bir “aidiyet testi” olarak gördüklerine dair sinyaller veriyorlar.
Burada tabii ki İran’ın nükleer iddialarından söz ediyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, meselenin İran’a karşı yaptırım talebiyle Güvenlik Konseyi’ne gelmesi halinde, Türkiye yine Çin’in başında bulunduğu küçük bir muhalif grupla birlikte hareket edecek.
Belki bu ülkeler gibi tasarıya karşı oy kullanmayacak. Nitekim konuyla ilgili yapılan son oylamada da çekimser kalmıştı. Ama “çekimser” kalmakla müttefiklerinin şu anda İran konusunda oluşturmaya başladıkları ortak pozisyon ile ters düşmüş olacak.
Ankara istediği kadar, “yaptırım olmasın, sorun diyalog ile çözülsün” desin; gelişmeler bunun aslında güç olduğunu gösteriyor. İran’daki yönetimin yaşanan iç karışıklık nedeniyle sertleşiyor olması da işi zorlaştırıyor.
Bu arada Türkiye’nin girişimlerinin İran üzerinde fazla bir etki yaratmadığı görülüyor. Tahran’ı daha uzlaşmacı olması konusunda ikna etmesi Türkiye’nin itibarını elbette ki arttıracaktır. Ancak bunun gerçekleşeceğine dair fazla işaret yok şu anda.
Diplomatlarımız
Türkiye, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin Zürih Protokolleri konusundaki kararına itirazlarının gerekçelerini anlatmak için Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu’nu İsviçre ve ABD’ye gönderdi.
Sinirlioğlu’nun amacı, elbette ki, bu ülkeleri Türkiye’nin, “Ermenistan Anayasa Mahkemesi protokolleri sakatladı” tezi konusunda ikna etmeye çalışmaktır. Ancak, diplomatik çevrelerden edindiğimiz bilgilerin yanı sıra, ABD basınında daha dün çıkan analiz ve yorumlar bile bunun kolay olmayacağını gösteriyor.
Amerika’nın en önemli gazetelerinden Los Angeles Times’ta dün yer alan Henri Barkey ve Thomas de Waal ortak imzalı analizin tonuna bakılacak olursa, Ermenistan ile yaşanan mevcut açmazdan Ankara sorumlu tutuluyor.
Yazıda, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin Zürih Protokolleri’nin Meclis’te onaylanmasının yolunu açtığı savunuluyor. Türkiye’nin mahkemenin kararına itirazını ise, “süreci frenlemek amacıyla kullanılan şeffaf bir araç” olarak tanımlıyor.
Türkiye’nin bu sürece girmekteki temel amaçlarından birinin, ABD Başkanı’na “soykırımı” lafını telaffuz ettirmemek olduğunu kaydeden yazı, Zürih Protokolleri’ne içeriden ve Azerbaycan’dan gelen sert tepkilerin Ankara