Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiye, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin Zürih Protokolleri konusundaki kararına itirazlarının gerekçelerini anlatmak için Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu’nu İsviçre ve ABD’ye gönderdi.
Sinirlioğlu’nun amacı, elbette ki, bu ülkeleri Türkiye’nin, “Ermenistan Anayasa Mahkemesi protokolleri sakatladı” tezi konusunda ikna etmeye çalışmaktır. Ancak, diplomatik çevrelerden edindiğimiz bilgilerin yanı sıra, ABD basınında daha dün çıkan analiz ve yorumlar bile bunun kolay olmayacağını gösteriyor.
Amerika’nın en önemli gazetelerinden Los Angeles Times’ta dün yer alan Henri Barkey ve Thomas de Waal ortak imzalı analizin tonuna bakılacak olursa, Ermenistan ile yaşanan mevcut açmazdan Ankara sorumlu tutuluyor.
Yazıda, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin Zürih Protokolleri’nin Meclis’te onaylanmasının yolunu açtığı savunuluyor. Türkiye’nin mahkemenin kararına itirazını ise, “süreci frenlemek amacıyla kullanılan şeffaf bir araç” olarak tanımlıyor.
Türkiye’nin bu sürece girmekteki temel amaçlarından birinin, ABD Başkanı’na “soykırımı” lafını telaffuz ettirmemek olduğunu kaydeden yazı, Zürih Protokolleri’ne içeriden ve Azerbaycan’dan gelen sert tepkilerin Ankara için “sürpriz” olduğunu belirtiyor.
Yazıda ayrıca, Başbakan Erdoğan’ın, Karabağ sorunu çözülmeden protokollerin uygulanmayacağını açıklamakla kendisine çıkış yolu bırakmadığı görüşüne de yer veriliyor.
Türk-Ermeni uzlaşmasının niçin hem iki ülkenin hem de bölgenin yararına olduğuna dair argümanlar sunulan yazıda, Zürih Protokolleri ile öngörülen sürecin bozulması halinde, başlangıç noktasından daha kötü bir noktaya gerilenmiş olacağı da vurgulanıyor.
Büyükelçi Sinirlioğlu’nun Washington ziyaretine dönersek, orada görüşüp ikna etmeye çalışacağı kişilerden biri de, ABD Dışişleri Bakan yardımcısı Philip Gordon olacaktır. Ancak Gordon, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin kararı konusundaki görüşlerini daha önce açıkladı. “Mahkeme protokolleri aynen onaylamıştır” anlamına gelen sözler sarf etti.
ABD tarafındaki genel inanç da bu doğrultuda. Özetle, Sinirlioğlu bu ikna turlarını güçlü değil, zayıf bir konumdan gerçekleştiriyor. Bu durumda, Ankara’da konuyla ilgili yabancı diplomatların ve konuları olmasa da meseleyi dışarıdan takip eden dışişleri mensuplarının kafasındaki soru normal sayılmalı.
Sorulan da şu: “Bu kadar engin bir geçmişi olan Türk diplomasisi, nasıl oluyor da burnunun ucundaki bu ciddi sorunları göremeden bu iddialı işe soyundu?”
Öte yandan, Sinirlioğlu’nun misyonu, daha önce de yazdığımız gibi, İsviçre ve ABD’den Ermeni Anayasa Mahkemesi kararına karşı bir yazılı garanti almak ise, bu pek mümkün görünmüyor.
Ankara’daki Batılı diplomatlar da zaten bu konuda net konuşuyorlar. “O zaman Ermenistan da bu sürecin Karabağ sorunuyla herhangi bir ilgisi olmadığına dair yazılı garanti isteyecektir” diyorlar.
Bu arada Sinirlioğlu’nun İsviçre ve ABD’ye gerçekleştirdiği ziyaretleri “iç tüketime dönük bir hamle” olarak görenler de var. Hükümetin bu yoldan kamuoyuna, “Oyunu biz bozmadık. Ermenistan bozdu. Nedenlerini de ABD ve İsviçre’ye açık bir şekilde anlattık” diyebilmeyi amaçladığı savunuluyor.
Bunlar tabii ki hoşa gitmeyen acı gerçeklerdir. Ancak bu süreçte gelinen noktayı, bu söylenenlerle yazılanları göz ardı ederek anlamaya çalışmak mümkün değil. Bu genel görüntüye bakınca içine düşülen bu açmazdan nasıl çıkılacağı da belli değil.
Fakat burada Barkey ve de Waal’in söyledikleri bir şeye katılmamak da mümkün değil. Bu açmazdan çıkılamazsa, iki millet, iki ülke ve tüm bölge açısından durum, başlangıçtaki durumdan daha kötü bir noktaya gerilemiş olacaktır.
Başka bir deyişle, “komşularla sıfır sorun” politikası çerçevesinde kaş yapmaya çalışılırken göz çıkarılmış olacaktır. Buna izin verilmemeli.