Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Cumhurbaşkanı Gül’ün sık sık söylediği bir şey var. Geçen hafta Slovenya yolunda uçakta bunu tekrarladı. Gül, Türkiye’nin Batılı aidiyetini “değerlerde” buluyor. Avrupalıların bu değerlerin Türkiye’deki gelişimine bakmaları gerektiğini söylüyor.
“Eksen kayması” tartışmalarına da böyle yanıt veriyor.
Bizce bu doğru, ancak bunun sadece dışarıda değil, içeride de iyi anlaşılması gerekiyor. Hatta bize sorarsanız içersi daha önemli. ABD ve AB sonuçta konuya faydacı/yararcı bir açıdan bakıyor. “Türkiye’yi kim kaybetti?” tartışmaları da bunu gösteriyor. “Kayıp edilen bir Türkiye’nin işe yaramayacağı” anlamı çıkıyor bundan.
Oysa konu çoğu Avrupalı veya Amerikalının anlamak için çaba sarf etmek istemedikleri ölçüde karmaşık. Bu Türkler için de önemli ölçüde geçerli. Bizde de bu yüzden “Hıristiyan kulübü” tartışmaları sürüyor. Oysa durum daha geniş bir bakış açısı gerektiriyor.
Her milletin veya milletler grubunun kültür ve din nedeniyle kendilerine has dünya görüşleri ve yaşam tarzları vardır. Bunu Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında gördüğümüz kadarıyla, “Slav” ve “Germanik” ırklar arasında veya Katoliklerle Ortodokslar arasında da görüyoruz.
Özetle, Türklerin “Almanlaşma” veya “Fransızlaşma” gibi ihtiyacı yok. Buna karşın Türkiye ve Türkleri “Batılı” yapan önemli “sosyal dinamikler” var. Türkiye’yi “Doğu’dan” ayıran en önemli faktör de budur. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Gül’ün “değerler birliği” anlayışına “sosyal dinamikler” kavramını eklemek gerekiyor. Hatta bize sorarsanız ikincisi önce geliyor.
Burada Kemal Karpat’ın araştırmalarında sık sık altını çizdiği bir hususu vurgulamak gerekiyor. Büyük kentlere akışın son elli yıldır hızlandığı Türkiye’yi artık güden “kentli” (urban) sosyal dinamiklerdir.
Aile yapısının yeniden şekillenmesinden, kadının toplumdaki yerine ilişkin sosyal algılamalardaki değişime; siyasi temsiliyet ihtiyacının artmasından, doğru düzgün bir adalet sistemine geçiş sancılarına kadar birçok temel dinamiği bugün üreten kentlerimizdir. Modern anlamdaki ekonomik kalkınma sürecimizin altındaki temel gerçek de budur.
Türkiye’yi Ortadoğu ve Orta Asya’daki ülkelerden farklı olarak “Batılı” yapan da, önemli siyasi ve ekonomik sonuçları olan bu sosyal dinamiklerin gücüdür. Bu açıdan bakıldığında, olumlu anlamda değişim bir kesim veya siyasi partinin değil, her şeyden önce gelişen sosyal dinamiklerin eseridir.
John Stuart Mills’in idealist açısından bakarsak, devletlerle hükümetlerin buradaki görevi ise, “pozitif regülatör” olmak ve “mümkün olan en fazla kişiye mutluluk” anlayışından hareket ederek “toplumun önünü açmaya çalışmaktır.”
Avrupa tarihini okuduğumuzda oradaki kalkınmanın temelindeki dinamiğin de bu olduğunu görüyoruz. Ancak bu dinamiklerin kolay değil, çok sancılı olduğunu da Avrupa’nın kanlı tarihinden biliyoruz. Sonuçta bazı ortak değerlerin benimsenmesini sağlayan (veya sağlayamayan) en önemli faktör de, yaşanan bu sancılardan alınan (veya alınamayan) derslerdir.
Devletin yapısını, ordunun toplumdaki yerini, özgürlüklerin alabildiğince genişletilmesini, azınlıkların haklarını ve bunun gibi konuları yer yer kanlı bir şekilde olsa bile tartışan bir Türkiye işte bu yüzden “Batılıdır.”
Sığ bir faydacı/yararcı açıdan değil de “gerçekçi” bir açıdan bakan Avrupalı ve Amerikalılar da bunu görüyorlar. Bizim de bunu görüp ülkemizde nelerin olduğunu gerçekçi bir açıdan değerlendirmemiz gerekiyor.
Bu açıdan bakıldığında, iyi olan gelişmelerin yanında pek de iyi olmayan gelişmeler de görüyoruz. Özetle özde “Batılı” olmasına karşın, Türkiye’nin kapsayıcı sosyal ve siyasal değerler açısından daha epey yol alması gerektiği inkar edilemez.
Buradaki “iyi haber” ise, her kesimden bazıları öyle olmasını istese de Türkiye’nin bir “geri vitesinin” olmamasıdır. Bu saatten sonra ortaya çıkarılacak yapay “geri vitesleri” ise toplumsal karmaşadan başka bir şey yaratmayacaktır. Avrupa tarihinden alınması gereken bir ders de budur.