Başbakan Erdoğan Sırbistan ziyareti sırasında, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısının adil olmadığını söyleyerek bu durumun değişmesi gerektiğini vurgulamış. Konunun bugün dünyada tartışıldığını belirterek de doğru bir tespitte bulunmuş.
Güvenlik Konseyi’nin yapısı ile ilgili tartışmadan haberdar olan Başbakan Erdoğan, bunun ne denli çetrefil ve içinden kolay çıkılmaz bir konu olduğunu da herhalde biliyordur.
Zira Güvenlik Konseyi’nin yapısının değişmesini, kendilerine göre nedenlerle “bloke edenler” sadece “Batılı üyeler” değil. Rusya ve Çin de imtiyazlı konumlarından kolay vazgeçecek değiller.
Erdoğan’ın tutumunu anlıyoruz. AKP iktidarı, Türkiye’nin İran konusunda Güvenlik Konseyi daimi üyeleri nezdinde hiçbir etki yaratamadan Brezilya ile birlikte yalnız kalmış olmasını hazmedemiyor.
Buna Mavi Marmara baskını için Güvenlik Konseyi’nden istenen kınama tasarısının çıkmamasının, bunun yerine daha az ağırlıklı bir “Başkanlık Açıklaması”nın yayınlanmasının yarattığı hayal kırıklığı da eklenebilir.
Ancak, AKP iktidarı bu konuyu “misyon” edinecekse, Türkiye’nin neyle karşı karşıya olduğunu bilmekte yarar var.
BM ve tek “dişli” organı olan Güvenlik Konseyi, 2’nci Dünya Savaşı’nın galiplerinin eseridir. Fransa’nın orada yer alması ise bu ülkeye dönük bir “tarihi lütuftur.” Yoksa Fransa Hitler’in yenilmesinde önemli bir rol oynamadığı gibi, “Vichy yönetimi” adı altında Nazi yandaşlığı yapmıştır.
Sonuçta BM’nin mevcut yapısı kemikleşmiştir. Oysa dünya çok değişti. Eski “saldırganlar” Almanya ve Japonya, bugün BM’ye en çok para veren 2’nci ve 3’üncü ülkelerdir. Bu nedenle Güvenlik Konseyi daimi üyeliği istiyorlar. Ekonomileri giderek büyüyen ve nükleer kapasiteleri olan Hindistan ve Brezilya da aynısını istiyor.
Ancak, Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi bu ülkelere bu statünün verilmesini kabul etseler bile -ki böyle bir konsensüs henüz yok- ortada başka bir sorun var. Sadece iki örnek vermek gerekirse, Güney Kore Japonya’nın, Pakistan da Hindistan’ın daimi üyeliğini, tarihi husumet nedeniyle reddediyor.
Bu arada daimi üyelik isteyen başka bir grup var ki, Başbakan Erdoğan Sırbistan’daki sözlerinin içine bunu ustaca gömmüş. Fakat gönlündeki aslanı da böylece dışa vurmuş.
Erdoğan’ın sözleri şöyle: “Daimi ve geçici üyelik ayrımcılığına karşı artık bir duruş başladı. Kıtalara göre, inanç gruplarına göre temsil edilmesini isteyenler var.”
Bugün İslam âleminde “Müslümanların bir daimi üyesi niçin yok” diye soranlar var. Ancak bunu gündeme ciddi bir şekilde taşıyan bir ülke yok. Çünkü mevcut daimi üyelerden hiçbiri bunu kabul etmiyor.
Güvenlik Konseyi’nin reformu konusunda daimi üyeleri birleştiren nadir konulardan biri de zaten bu. Konu gündeme geldiğinde bu üyeler şunu söylüyorlar:
“Ekonomik, sosyal ve siyasi geri kalmışlık içinde yüzen, ayrıca uluslararası terörizmin ana kaynaklarından olan bir gruba böyle önemli bir hak verilemez. Kaldı ki ‘inanç grubu’ ne bir ‘ülke’ ne de bir ‘kıtadır.’”
Bu durumda başka bir argüman gündeme geliyor. “O zaman Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan veya Endonezya gibi nispeten güçlü olan bir Müslüman ülke daimi üye yapılsın” deniliyor.
Son İran oylamasına baktığımızda, şimdiki daimi üyelerin mevcut ortamda bu listede en son kabul edecekleri aday Türkiye gibi görünüyor. Ama bu konuya fazla kafa yormaya gerek de yok, zira İslam ülkelerini temsil edecek bir daimi üye konusu bugün için tümüyle farazidir.
Başbakan Erdoğan, buna rağmen, dünyada var olan acı gerçekleri tekrar göz ardı ederek bu konuyu da kendisine misyon edinecekse bilemeyiz.
Ancak öyle ise Türkiye, NATO Genel Sekreteri seçimi, İran yaptırımları ve Mavi Marmara baskınını kınama tasarısı konusunda olduğu gibi tekrar duvara çarpacaktır.
Uzun lafın kısası, çok farklı dinamiklerin hâkimiyetinde olan dünyanın Türkiye’nin arzularına veya vehimlerine göre şekillenmediğini artık anlamamız gerekiyor.