Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra Cuma gecesi coşkuyla sokaklara dökülen milyonlarca Mısırlıya bakınca insanın aklına şu soru geliyor: “Otuz yıldır ülkesi ve milleti için çalışmış bir vatansever olduğunu” iddia eden biri, “uğruna canını vermeye hazır olduğunu” savunduğu ülkesi tarafından bu kadar nasıl nefret edilebilir?
Bu sorunun kuşkusuz Mısır’a has bir çok yanıtı var. Ancak burada bu soruya verilebilecek yanıtlardan daha önemli olan şey, “vatanım ve milletim uğruna canımı feda ederim” diye halkın önüne çıkan baskıcı liderlere Mısır’da yaşananlardan çıkan derslerdir.
Bugün Ürdün ve Yemen’den Sudan ve Cezayir’e kadar uzanan bir coğrafyadaki tüm diktatörlerin Mısır’daki gelişmeleri korku ve dehşet içinde izlediklerini tahmin etmek güç değil. İçinde bulundukları açmaz da malum.
Mübarek’in yaptığı gibi rejim ve hükümet aleyhtarı göstericilerin üzerine polis kılığındaki eli bıçaklı ve sopalı çapulcuları gönderecek olurlarsa, bunun bu aşamadan sonra ters tepeceği aşikar. Mübarek bunu yapmasaydı, az da olsa, bir ihtimal paçasını belki kurtarabilirdi.
Ancak kendisine “erhal, erhal!” (“git, git!”) diye haykıranlara karşı estirdiği şiddet ve dehşet rüzgarı, kendisini kurtarmak yerine Mısır halkını kendisine duyulan nefret etrafında iyice birleştirip sonunu getirdi. Bizce Mübarek ve eşi yine de sonlarının Romanya’nın devrik diktatörü Nikolae Ceausescu ve eşi gibi olmadığına şükretsinler.
Bu noktada Mısır’daki devrimin, Romanya gibi bugün AB üyesi olan bir ülkede 1989 yılında yaşanan kanlı olaylara oranla ne denli uygar ve nispeten az kayıplarla gerçekleştiğini not etmeden geçemiyoruz. Kahire ve İskenderiye sokaklarındaki protestoculara bakınca insan Mısır halkına hayranlık duymaktan da kendisini alamıyor.
Son haftalarda Mısır’da yaşananlar bize belli bir eğitim düzeyine sahip olan, yabancı dil bilen, toplumsal sorumluluk hisleri ağır basan bir milletin portresini ortaya koydu. Bunun sadece Batı’da değil, Türkiye’de bile Araplara konusunda var olan ön yargıları yıkacak nitelikte bir gelişme olduğu inkar edilemez.
Sonuçta milyonlarca vatandaş, ortada belli bir önderleri olmadan, neredeyse üç hafta boyunca büyük bir dayanışma ruhu ve toplumsal düzen anlayışı içinde haklarını savundu. Bu çerçevede talancı ve fırsatçılara karşı korunmak için mahalle savunma komitelerinden tutun, polis ve Mübarek yanlısı çapulcular tarafından yaralananlar için şehri merkezinde “sahra klinikleri” kuruldu.
Göstericiler aralarındaki dayanışma ruhuyla yüz binlerce insanın yiyecekten, gece soğuğuna karşı battaniyeye kadar tüm ihtiyaçlarını karşıladılar. En güzeli de Mübarek gittikten sonra devleti beklemeden şehirlerini kendi elleriyle süpürüp temizlemeye koyuldular.
Dahası, tüm bunlar yaşanırken, içlerindeki provokasyonculara da fırsat tanımadılar. Bu çerçevede en çok dikkat çeken şeylerden biri, gösteriler sırasında ne bir İsrail aleyhtarı pankartın açılmış, ne de bir İsrail bayrağının yakılmış olmasıdır.
Bilinçli davranan Mısırlılar, sorunun İsrail değil Mübarek rejimi olduğunu, İran gibi ülkelerin tahriklerine kapılıp konunun başka yerlere çekilmeye çalışılmasına karşı duyarlı olunması gerektiğini çok iyi anladılar.
Batı’nın korktuğu Müslüman Kardeşlerin savunucuları dahi buna yanaşmadılar. Dahası, geçiş döneminde idareyi elinde tutacak olan ordunun İsrail ile var olan anlaşmalara saygı duyacaklarını açıklamasına karşı da halktan bir tepki gelmedi.
Mısırlıların bu genel tavrı son derece mantıklı ve bölge gerçekleriyle uyumludur. Bu İran’ın yanı sıra bizdeki ve bölgedeki “mücahit unsuru” memnun etmeyecektir tabii, ancak Mısır’ın kaderini tayin edenler onlar değil Mısırlılar olacaktır.
Yaşananlar, Mısırlıların bu açıdan gerekli olan bilince ve kararlılığa fazlasıyla sahip olduklarını dünyaya gösterdi. Sonuçta Türkiye’deki rejim Mısırlılar için incelenecek bir örnekse, ki öyledir, Mısır’daki devrimin ortaya koyduğu uygar ve çağdaş görüntü de bölgedeki diğer halklar açısından izlenmesi gereken bir örnektir.