Temel güdülerimiz itibariyle ait olduğumuz doğulu toplumlarda “özür dilemek” bir “zafiyet göstergesi” sayıldığından, Başbakan Erdoğan’ın Dersim için özür dilemesi, her şeye rağmen, önemlidir. Ancak Erdoğan’ın özründe belli bir samimiyetsizlik sezenleri de mazur görmek gerekiyor.
Sonuçta “CHP’ye çakma ihtiyacı” olmasaydı, Erdoğan ve AKP Türkiye’nin geçmişindeki bu karanlık dönem konusunda geldikleri noktaya kendi başlarına gelirler miydi acaba? Birçok kişi AKP’nin bu “tarihle yüzleşme” konusundaki çelişkilerine bakıp, haklı olarak, “gelmezlerdi” diyor.
Meclis Başkanı Cemil Çiçek Dersim olaylarının önce tarihçiler tarafından ele alınması gerektiğini söylüyor şimdi. Kısa bir süre önce “Abdülmecit Sempozyumu”nun açış konuşmasını yapan Çiçek, “1915 olayları” için de benzeri sözler sarf etti.
Güzel de, Adalet Bakanı olarak 2005 yılında Meclis’te yaptığı ateşli konuşmayla, Boğaziçi Üniversitesi’nde Ermeni konferansı düzenleyen “tarihçiler” ve diğer uzmanlar için “arkamızdan hançerliyorlar” diyen aynı Cemil Çiçek değil miydi?
Çiçek’i bu yüzden yargılamak yine de hatalı olur, çünkü bu kendisine has bir sorun değil. Bu sonuçta, “tarihiyle yüzleşmeye hazır olduğunu” her fırsatta,
Tahrir meydanında kanın yeniden akması Arap Baharı’ndan anında mucizeler beklenmemesi gerektiğini bir kez daha gösteriyor. Şu anda ülkeyi idare eden Mısır ordusunun yeni anayasada kendisine ayrıcalık istemesi, başka bir ifadeyle “yasal dokunulmazlık” talep etmesi, demokrasi yanlıları açısından bardağı taşıran son damla oldu.
Mübarek sonrasında Mısır ordusu iyi niyeti konusunda ne “kentsoylu” liberal üniversiteli gençleri -ki Tahrir meydanında şimdi mücadele verenler bunlardır- ne de Müslüman Kardeşler’i hâlâ ikna edebilmiş değil. Kendisi için istediği yasal koruma ise duyulan kuşkuların vehimden ibaret olmadığını gösteriyor.
Buna karşın Müslüman Kardeşler Tahrir meydanındaki gençlerin mücadelesine henüz katılmış değil. Oradaki gelişmeleri belli bir mesafeden izlemeyi tercih ediyor. Ancak bu, ordunun siyaseti manipüle etme çabalarına kayıtsız olduğu anlamına gelmiyor. Nitekim Müslüman Kardeşler cuma günü dev bir miting düzenleyerek orduya karşı gövde gösterisi yaptı.
Şu anda Tahrir meydanındaki olaylara belli bir mesafeden bakıyor olması ise, kendi güçlü konumunun bilincinde olmasından kaynaklanıyor. Mevcut karmaşa ortamında ordu tarafında iptal edilmezse 28 Kasım’da
İster Libya, ister Suriye, isterse İran olsun, Türkiye’de bu konularda yaşanan tartışmalardan ve atılan fiili adımlardan, dış politikamızın artık bir “iç”, bir de “dış boyutu” olduğu anlaşılıyor.
“İç boyutunda” Başbakan Erdoğan’ın Suriye bağlamında yenilediği Batı karşıtı “anti-emperyalist” söyleminde görüldüğü gibi, “popülizm” hâlâ ağır basıyor. Ancak dış boyutu, yani asıl geçerli olan boyutu açısından bakıldığında, Libya ve Füze Kalkanı örneklerinde görüldüğü gibi, “gerçekçiliğin” ağır basmaya başladığı görülüyor.
Bu ikilemin son örneğine Erdoğan’ın, Suriye bağlamında, aralarında Fransa’nın da bulunduğu “petrole susamış güçleri” isim vermeden suçlamasıyla tanık olduk. Zira, Erdoğan’ın İstanbul’da bu sözleri sarf ettiği sıralarda, Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu Ankara’da Suriye’yi ele almaya hazırlanıyorlardı.
İki dışişleri bakanı arasında yapılan görüşmeden sonra, Suriyeli muhalifleri destekleme konusu başta olmak üzere, Türkiye ile Fransa’nın birçok hususta mutabakata vardıkları bildiriliyor şimdi.
Özetle, Şam’dan Davutoğlu-Juppe görüşmesine bakan birisinin, “Ülkemizde hüküm sürmüş eski emperyalist güçler kafa kafaya vermişler,
Artık Time dergisine kapak konusu olacak kadar uluslararası üne kavuşan Başbakan Erdoğan’ın her sözü dışarıda etki yaratıyor. Bu nedenle “3. Karadeniz Enerji ve Ekonomi Forumu”nda önceki gün yaptığı ve “Libya’da iştahı kabaran” Batı’yı “Suriye’de sessiz kalmakla” suçlaması diplomatik çevrelerde kafa karıştırdı.
O kadar ki, “Başbakan Erdoğan satır aralarında Batı’nın Suriye’ye karşı, Libya’da olduğu gibi, askeri operasyon mu istiyor?” sorusunu soranlar bile çıktı. Genel kanaat ise Erdoğan’ın yine “Batı üzerinden popülizme yöneldiği” şeklinde. Yoksa Batı’nın Suriye konusunda sessiz falan kaldığı yok.
Şayet sessiz kasaydı, Türkiye ile Arap Birliği üyeleri Batı’nın Suriye’ye karşı bir askeri operasyon düzenlenmesine karşı olduklarını açıklamazlardı. Bu arada Türkiye Şam’a karşı yaptırımlar konusunda karmaşık sinyaller vermeye devam ederken, AB’nin ve ABD’nin bu konuda Ankara’nın ilerisinde oldukları da malum.
Erdoğan elbette ki Libya’da olduğu gibi Suriye’de de “petrole susamış sömürgeci Batı” kartını oynamaya çalışıyor. Ancak Türkiye’nin 10 milyarlarca dolarlık çıkarının söz konusu olduğu Libya’ya, Erdoğan’ın savunduğu gibi, sadece “insani amaçla” ilgi gösterdiğine inanmak
Ekonomik kriz yüzünden bunalımda olan Avrupalılar bu kez aşırı sağ ile bağlantılı terörizm karşısında sarsılıyorlar. Bir neo-Nazi terör hücresi tarafından gerçekleştirildiği kesinleşen “dönerci cinayetleri” nedeniyle Almanlar, kendi siyasetçilerinin ifadesiyle, şu anda “ulusal utanç” yaşıyorlar.
Norveçliler ise önceki gün mahkemeye çıkan Andre Breivik adlı soydaşlarının, ülkeyi Müslümanlardan “temizleme” uğruna, çoğu genç 77 canı almasının şokunu atabilmiş değiller.
Sonuçta Batı’nın en “zengin” ve “mutlu” ülkesi, dünyanın en korkunç teröristlerinden birini çıkarmış oldu.
İster aşırı, ister ılımlı olsunlar, bu gerçeği hazmetmek ırkçı Avrupalılar için kolay değil.
Birkaç ay önce Helsinki’ye yaptığımız ziyaret sırasında da bunu gördük. Norveç’teki saldırıyı sarışın ve mavi gözlü bir “yerlinin” gerçekleştirdiğinin anlaşılmasına rağmen, aşırı sağcı “Gerçek Finler” partisi mensupları, gün boyunca televizyonda “İslami terörden” şikâyet etmeye devam etmişler.
Güvensizlik ve krizler
Ankara’daki diplomatik kaynaklar, Arap Birliği’nin Şam’ı uyararak Suriye’nin Birliğe üyeliğini askıya alma tehdidinde bulunmasının Ankara’nın Beşar el Esad yönetimiyle Baas rejimine karşı elini güçlendirdiğini belirtiyorlar. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bugün Fas’ta katılacağı “Türk-Arap Forumu” bu nedenle de önem kazanmış bulunuyor.
Ankara Arap Birliği’nin Suriye kararını desteklerken, Fas’taki Forum sayesinde Şam’a karşı bundan böyle izlenecek yolun da biraz daha netleşmesi bekleniyor. Arap Birliği üyeleri de Türk-Arap Forumundan hemen sonra kendi aralarında toplanacaklar. Bu toplantıdan da, yarına kadar tanınan süre zarfında Suriye’de sivillere saldırıların durdurulmaması ve muhaliflerle görüşmelere başlanmaması halinde izlenecek yolun da netleşmesi bekleniyor.
Konuştuğumuz dışişleri çevreleri, artık sözüne güvenilemeyen Suriye’deki rejimin büyük olasılıkla istenen talepleri yerine getiremeyeceğine inanıyorlar. Bu nedenle Suriye’nin, kurucuları arasında olduğu, Arap Birliği üyeliğinin askıya alınacağını düşünüyorlar.
Ankara askeri müdahaleye karşı
Bunun da Türkiye’nin sürdürdüğü diplomatik çabalarla uyumlu olduğu belirtiliyor. Zira Suriye’ye karşı herhangi
Arap Birliği’nin son Suriye kararı Beşar el Esad ve Baas rejiminin uluslararası düzeyde “tecrit” edilmesi açısından önemli ve “tarihi” bir aşamayı temsil ediyor. Vatandaşlarına karşı şiddete derhal son vermemesi, ayrıca Birlik’e verdiği sözü tutmayarak muhaliflerle müzakereye başlamaması halinde Suriye’nin üyeliğinin askıya alınmasını öngören bu karar Ankara’nın da işine geliyor.
Aslında, Irak’ın 1990’da Kuveyt’ti işgal etmesinden bu yana izlediğimiz Arap Birliğinden daha etkisiz bir uluslararası örgüt az bulunur. Genelde en berbat Arap diktatörlerini bile eleştirmekten sakınan, Libya örneğinde görüldüğü gibi, her yana çekilebilecek kararlar alabilen bu örgütün Suriye hakkındaki net kararı bu nedenle bir ilk sayılabilir.
Rejim çileden çıktı
Baas rejimi de bunu bildiği için, önceki gün görüldüğü gibi, hıncını aralarında Türk konsolosluğunun da bulunduğu Arap ve Batılı misyonlara karşı saldırılar düzenlenmesine izin vererek aldı. Yoksa Şam’da “muhaberattan” habersiz kuş bile uçuramazsınız.
Bu arada Türkiye, Arap Birliği üyesi olmasa da, Baas rejimi tarafından Arap kamuoyunu Suriye aleyhine kışkırtan ülkelerin başında görülüyor. Ankara’nın Suriyeli muhaliflere kanat
Avrupa’daki gelişmeler, sonu nasıl biteceği bilinmese de yapısı gereğince acı olacağı belli olan bir Yunan tragedyası ve seks hikâyeleri ile bezenmiş trajikomik bir İtalyan operası sayesinde kritik bir noktaya doğru ilerliyor.
Bunun farkında olan Birliğin “çekirdek üyeleri” AB’nin geleceği konusunda “fikir jimnastiğine” başladılar. Avrupa’da herkes, umulan şekliyle gerçekleşmesi mümkün olmayacağı artık anlaşılan “Avrupa Birleşik Devletleri” hayalinin yerini neyin alacağını anlamaya ve buna göre gelecek planlaması yapmaya çalışıyor.
Arkadaşımız Güven Özalp’ın Brüksel’den bildirdiği gibi, AB koridorlarında artık “Euro Bölgesi’nin yapısının değiştirilmesi ve farklı bir formatta yola devam edilmesi” konuşuluyor.
Almanya ve Fransa’nın da bu çerçevede, “zayıf halkaların” atılmasına ve AB’nin yoluna “iki vitesli” bir yapıyla devam etmesi fikrine perde arkasından “ebelik ettikleri” belirtiliyor.
AB ile ABD’nin farkı ne?
Söz konusu euro olduğu için, bu tartışmanın esas itibariyle ekonomik meselelerle sınırlı olduğu sanılabilir. Ancak, Avrupa’daki mevcut krizin siyasal ve yasal bütünleşmeyi de olumsuz etkilediği aşikâr.