Üyelik müzakerelerimiz duraklasa bile, Van/Erciş depremi dahil olmak üzere, ülkemizdeki son gelişmeler AB standartlarının Türkiye açısından niçin -kelimenin tam anlamıyla- “hayati” olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Bu gelişmeler aynı zamanda “dünyanın 16’ncı en büyük ekonomisi” diye her fırsatta övünmenin sade vatandaşımız açısından niçin bir anlam taşımadığını da gösteriyor.
Sonuçta, dünyanın yirmi en büyük ekonomisi arasında olmak illa da ülkede sosyal adalet, adil gelir dağılımı ve demokratik fırsat eşitliğinin varlığına delalet etmiyor. Van’dan gelen görüntüler ise geri kalmışlıktan (bakış açımıza göre “geri bırakılmışlıktan” da diyebiliriz) hâlâ kurtulmaya çalışan bir ülke portresini sermiştir önümüze.
“AB” denince aklımıza otomatik olarak Kıbrıs, Ermeni sorunu, Kürt meselesi ve bu bağlamda “iç işlerimize karışılması” gelir ve kızarız. “AB standartlarının” demokrasi ve insan haklarının yanı sıra yol ve yapı güvenliği, sağlık ve eğitim altyapısının geliştirilmesi, çevrenin korunması gibi insana verilen değeri vurgulayan boyutu hesaba katılmaz.
‘AB nasıl bir şekil alacak’ sorusu
Okurlarımız bilir, eski ve hevesli bir “AB’ciyiz.” Buna karşın, Türkiye’nin üyelik sevdasının, Avrupa’da gelişen olumsuz ekonomik, sosyal ve siyasal koşullardan dolayı, “kâğıt üzerinde tasarlandığı şekliyle” hayata geçirilmesini artık mümkün görmüyoruz. Bu arada AB’nin önümüzdeki 10 yıl zarfında ne şekil alacağı da belli değil tabii.
Türk-AB ilişkilerinde gelinen olumsuz noktadan AB tarafının sorumlu olduğuna inanıyoruz. Türkiye’nin üyelik perspektifine karşı başta Fransa’dan olmak üzere Avrupa’dan gelen direnç halkımızın üyelik hevesine kibrit suyu dökmüştür. Biz, yapılması gereken önemli bazı reformların da Türkiye tarafından bu nedenle geciktirildiğini düşünüyoruz.
Özetle burada “ne kadar ekmek o kadar köfte” prensibinin geçerli olduğunu görüyoruz. Ancak Avrupa’ya kızıp, AB standartlarına sırt çevirmeye başlamamız bir samimiyetsizliği de beraberinde getiriyor. Zira başından beri AB üyeliği için gerekli olan demokratik, sosyal, ekonomik ve kültürel reformları aslında kendimiz için yapmamızın önemli olduğunu ısrarla söyleyen bir Cumhurbaşkanımız ve hükümetimiz var.
Ancak gelişmeler bu konularda ya yerimizde saydığımızı ya da gerilemeye başladığımızı gösteriyor. Başbakan Erdoğan’ın “Kopenhag Kriterleri’nin yerine koyarız yolumuza devam ederiz” dediği “Ankara Kriterleri” de bu nedenle endişe kaynağı olmaya başladı.
Bugün Türkiye’de suçlarının ne olduğunu anlamadan aylarca veya yıllarca hapiste tutulan gazeteciler var. Çalışmaları nedeniyle gözaltına alınan yayıncılar ve anayasa komisyonu üyesi profesörleri var. Bu arada deprem felaketinin tekrar ortaya koyduğu gibi geri kalmışlık, yolsuzluk ve sorumsuzluk aynen devam ediyor.
‘Ankara Kriterleri’
Bunlara bakıp “Ankara Kriterleri”nin “Kopenhag Kriterleri”nden çok farklı şeyler olduğunu çıkarmamak elde değil. Bu durum, insan haklarını ve demokratik geleceklerini arayan Arap halklarına “örnek olma” potansiyelimize de ciddi zarar veriyor.
Türkiye’de halkın iradesini Meclis’e yansıtan bir demokrasi olduğunu inkâr etmek haksızlık olur. Bu açıdan şu anda siyasi karmaşa içinde olan Arap ülkelerin on yıllarca ilersinde olduğumuz da aşikâr. Ancak bu tek başına yeterli değil.
Bize 150 yıldır ulaşmaya çalıştığımız standartları sağlayan ise Ortadoğu veya Asya değil her zaman Avrupa olmuştur. Cumhuriyet ilkelerimizin temeli de budur. Yani kurumsal anlamda Avrupa’ya bağlı olmasak da, geleceğimizi hep Avrupa’dan yansıyan ve evrensellik kazanmış olan değerlerde aradık.
Bölgemizdeki ve ülkemizdeki son gelişmeler, Türkiye’nin İslami aidiyete dayanan ancak gerçekçi olmayan bazı sevdalardan vazgeçip pusulasını tekrar doğru istikamete çevirmesinin önemini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir.
Yoksa kanunların değil, adaletin üstünlüğü, adil gelir dağılımı, fırsat eşitliği ve yolsuzlukla mücadele gibi özde insana değer veren konularda ilerleme “Ankara Kriterleri” ile olacak iş değil. Bu giderek daha net görülüyor.