Ortadoğu’da cadı kazanı kaynıyor ve Türkiye’nin bundan olumsuz etkilenmemesi mümkün değil. Bu arada Arap ülkeleri için hâlâ “model” olduğumuz söyleniyor. Ancak, bu geçerliyse, bu modelin somut anlamda işlevsellik kazanmasından önce bölgedeki çalkantının yatışması gerekiyor. Oysa Mısır’daki olaylar, Ortadoğu’da toplumsal istikrara, demokrasiye ve ekonomik kalkınma sürecine geçişin zor olacağını gösteriyor.
Kaldı ki, bölgede değişime ve reforma karşı her zaman doğal bir direnç olmuştur. Söz konusu ülkelerin Osmanlı, İngiliz ve Fransız boyunduruğundan çoktan kurtulmuş olmalarına rağmen geri kalmışlık döngüsünden sıyrılamamış olmaları da bunu ortaya koyuyor.
İşin kolayına kaçıp burada “neo-emperyalist güçleri” suçlamak da durumu aydınlatmıyor. Neo-emperyalist emelleri olanlar da zaten, genellikle iç çekişmelerle zayıf düşmüş ülkelerde etkili oluyorlar. Bu arada, ülkelerinin geri kalmışlığından dolayı Osmanlı dönemini suçlayan Suriyelilerle çok karşılaştık. Ancak kendilerine hep şunu sorduk:
Arap aydınlarının sorusu
Kalkınmışlık açısından 1919’da Suriye’den çok farklı bir konumda olmayan Anadolu, nasıl oluyor da “kefeni yırtarak” çok zorlu olan kalkınma sürecini başlatabildi? Buna karşın, Arap ülkeleri bu sürece niçin dâhil olamadılar? Kendileri için “Türk modeli” geçerli mi değil mi, bilemeyiz ama Arap aydınları bu soruya yanıtlar bulmak zorundalar.
Bölgedeki gelişmelere dönersek, cadı kazanını şu anda kaynatanların başında İran, İsrail ve Suriye’nin olduğunu söyleyebiliriz. Gerçi Suriye’deki rejim sadece varlığı için mücadele ediyor. İran ile İsrail’in ise ideolojik, siyasi ve coğrafi hesaplara dayanan bir gündem izledikleri ortada.
İran bir yandan, ABD’nin Irak işgali sonrasında Şii aidiyetinin bölgede yükselişe geçmesinden kendisine liderlik konumu çıkarmaya çalışıyor. Diğer yandan da Arap Baharı çerçevesinde, başta Suudi Arabistan ve Türkiye olmak üzere, ABD yanlısı Sünni rejimlere stratejik anlamda zemin kaybetmemek için mücadele ediyor.
Tahran, başta ABD olmak üzere Batı ve İsrail ile yaşanan gerginlik sayesinde de radikal emellerine hizmet etmeyi umuyor. Bu arada “füze kalkanı” meselesi ve Ankara’nın Suriye politikası İran’ın Türkiye’ye bakışını da ciddi şekilde değiştirdi.
Nükleer silahları da kapsayan üstün askeri yetenekleri ile varlığını artık garanti altına almış olan İsrail ise, “tersten salam taktiği” uygulayarak, işgal ettiği Filistinlilere ait topraklara adım adım yayılıyor. Bu sayede de bölgede gerginlik yaratmaya devam ediyor ki, bu gerginlik işine geliyor.
Esad’ı vahşete sevkediyor
Öte yandan, Hamas ve Hizbullah gibi terörü siyasi araç olarak kullanan örgütlerin eylemleri ve söylemleri de bu stratejinin geliştirilmesine olanak sağlamaya devam ediyor. Nitekim İsrail’in, uğradığı her terör saldırısından sonra dikkatlerin farklı yöne çekilmesi nedeniyle, yeni bir yerleşim birimine izin vermesi gözden kaçmıyor.
Bu arada, Rusya’nın da artık bölgedeki ihtilaflarda somut şekilde “taraf” olması, cadı kazanını iyice kaynatıyor. İsrail, Suriye ve İran ise bugün Rusya ve ABD arasında Ortadoğu’da tekrar canlanan soğuk savaş rekabetinin odağındaki başlıca ülkelerdir.
Nitekim ABD İsrail’e toz kondurmazken ve bu ülkeyi sonuna kadar desteklerken, Rusya da Suriye ve İran gibi ABD karşıtı resimlerin arkasında duracağını net bir şekilde ortaya koydu artık. Bu desteğin Beşar El Esad’ı daha fazla vahşete nasıl sevk ettiğini de zaten görüyoruz.
İsrail İran’a saldıracak mı? Birileri Suriye’ye askeri olarak müdahale etmeye mi hazırlanıyor? Irak bu çalkantılı ortamda bölünüyor mu? Mısır’daki kaos ortamı artar mı? Dünyanın şimdi odaklandığı soruların başında bunlar geliyor.
Bu sorularda gömülü olan olasılıkların hepsi ise Türkiye’yi içine çekme potansiyeline sahip.
Bölgesel oyun kuruculuğu ve arabuluculuğu bırakın, hızla gelişen durum karşısında kendi çıkarlarımızı koruyabilirsek bu bile başarı sayılacaktır.