Son günlerde içte ve dıştaki sıcak gelişmeler mülteci krizini geri plana itti. Oysa bu dram devam ediyor. Ve bunun en önemli odak noktalarından biri de Ege denizi...
Kış yaklaştıkça, Türkiye’den Yunanistan’a denizden Suriyeli göçmen akını hızlanmış durumda. Hafta sonunda bu yoldan Yunan adalarına ulaşan sığınmacıların sayısı 15 bini buldu.
Bunlar botlar veya köhne teknelerle Yunan topraklarına salimen ayak basabilenler. Ama son zamanlarda ne yazık ki devrilen botlardan denize dökülen pek çok insan boğulup gitti.
Ölüm riskine rağmen, bu zavallı insanlar, aynı kaçış yolunu denemekte ısrar ediyorlar. Oysa denizi aşıp karaya ulaştıkları zaman dramatik serüvenleri daha bitmiyor: Bu kez Balkan ve Orta Avrupa ülkelerinin kurduğu tel örgü bariyerlerini aşma mücadelesini veriyorlar.
Engellemek zor
Almanya ve Kuzey Avrupa ülkeleri yönündeki göç akınının başlıca güzergâhı Türkiye-Yunanistan hattından başlıyor. Türkiye’de sayısı 2 milyonu geçen mülteci, büyük bir göç potansiyeli oluşturuyor.
Bu yılın başından beri Türkiye’den Yunanistan’a Ege’den göç edenler yarım milyonun üstünde. Dört yıl önce Suriye’den kaçanlara “açık kapı” politikasıyla barındıran Türkiye, şimdi ülkemizi terk etmek isteyenlere
Türkiye geçen ay ABD’yi “Ya o, ya biz” anlamına gelen bir tercihle karşı karşıya bırakmıştı. “O” derken kastedilen, Türkiye’nin PKK’nın Kuzey Suriye’deki uzantısı olarak gördüğü YPG idi.
Ankara Washington’dan YPG’ye silah ve mühimmat vermekten derhal vazgeçmesini talep ediyordu. Ve bu silahların PKK’nın eline geçmesi ve Türkiye’ye karşı kullanılması halinde, YPG hedeflerini vurmaktan çekinmeyeceği uyarısında bulunuyordu.
Suriye’de IŞİD’e karşı savaşta YPG’ye güvenen ABD, başta bu silahların Kürt güçlerine değil, Arapların içinde bulunduğu bir koalisyona verildiğini öne sürdü. Ama Ankara bunu yutmadı ve Washington’a yukarıdaki cümle anlamındaki mesajı iletti...
Mesaj anlaşıldı
Çok geçmeden bir hükümet yetkilisi bize “Bütün işaretler ABD yönetiminin mesajı kavradığını gösteriyor” diye konuştu. Bunun doğruluğu da önceki gün Washington’da bir Pentagon yetkilisinin “ABD bundan böyle YPG’ye silah ve mühimmat sağlamayacak” demesiyle kesinleşti...
ABD’nin bu kararıyla Ankara’nın istediği oldu; ayrıca Türk-Amerikan ilişkilerinde olası bir kriz de önlendi.
Sonuçta bu, Washington’un Türkiye’ye atfettiği stratejik değeri ve vazgeçilmezlik konusundaki tercihini ortaya koyuyor. Nitekim Washington’da
İngiltere’nin elde ettiği istihbari bilgiler resmen doğrulanırsa, geçen hafta sonu Mısır’ın Sina bölgesinde turist dolu bir Rus uçağının düşmesi olayının bir “kaza” değil, bir “sabotaj” olduğu sonucu açıkça ortaya çıkacaktır.
Her ne kadar Mısır makamları olay yerinde incelemelerin ve soruşturmanın sürmekte olduğu sırada böyle bir sonuç çıkarmak için zamanın erken olduğunu söylüyorlarsa da pek çok yabancı uzman artık giderek İngilizlerin görüşüne katılmak eğiliminde görünüyorlar.
Mısır’ın Şarm el Şeyh tatil beldesinden 224 Rus turisti Sen Petersburg’a götürürken Rus uçağının düşmesinden kısa bir süre sonra, Sina Yarımadası’nda hâkimiyet kurmaya çalışan yerel IŞİD bu olayın sorumluluğunu üstlenmiş ancak dünya başta buna inanmak istememişti. Hatta pek çok uzman, IŞİD’in elinde 8-9 bin metre irtifada seyreden bir uçağı vuracak bir füze sisteminin bulunmadığını ve dolayısıyla bu iddianın doğru olmayacağını öne sürmüştü.
O uzmanların görmezden geldiği husus, IŞİD militanlarının uçağa, daha havalanmadan bir bomba koyması ihtimaliydi. Şarm el Şeyh Havaalanı’ndaki güvenliğin çok düşük seviyede olması, şimdi bunun pekâlâ mümkün olduğunu gösteriyor.
Havada katliam
Bu olay, Sina’da kümeleşen ve
İktidar partisinin genel seçimler sonucunda mevkiini koruduğu hallerde, dış politikada bir değişiklik olup olmayacağı sorusu pek sorulmaz. Genelde yeni yönetimin aynı politikayı sürdüreceği tahmin edilir.
İlk bakışta aynı şey geçen pazar günkü seçimlerin sonucu için de geçerli görülebilir. Yani tekrar iktidara gelen AK Parti’nin 13 yıldan beri izlediği dış politikayı yeni dönemde de sürdüreceği, diğer bir deyişle, bu alanda önemli bir değişiklik beklenmemesi gerektiği söylenebilir.
AK Parti son yıllarda aktif ve iddialıbir dış politika izledi. Büyük bir özgüvenle bölgesel ve hatta küresel bir aktör olarak birtakım roller üstlendi. Geleneksel dış politika çizgisine yeni kavramlar ve uygulamalargetirdi. Buna yaklaşım olarak ideolojik,üslup olarak da kişiselbir damga vuruldu...
Eskisi gibi...
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun mimarı oldukları ve uyguladıkları bu dış politikanın, genel çizgileri içinde, yeni dönemde de aynen devam edeceğini öngörmek yanlış olmaz.
Ne var ki büyük dış olayların çoğu Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada oluyor ve bunlar hızlı bir şekilde beklenmedik yeni durumlar yaratıyor. Dolayısıyla, Türk diplomasisinin buna göre yeni
Dünya Türkiye’deki seçimleri hiç bu kadar büyük bir ilgiyle izlememişti. Önemli medya kuruluşları daha baştan seçim kampanyasını izleyicilerine aktarırken yorumcular da bu seçimlerin Türkiye ve bölge için taşıdığı önemi değerlendirdiler.
Bu merakın başlıca nedeni bir BBC analistinin belirttiği gibi, Türkiye’nin siyasi geleceğinin Suriye krizi, IŞİD tehdidi, mülteci sorunu gibi Batı’yı kaygılandıran problemlerle ilintili olmasıdır.
Bu açıdan bakılınca, Batı’sıyla Doğu’suyla, dünyanın Türkiye’de istikrarın korunmasına değer vermesinin nedeni daha iyi anlaşılır.
Herkes gibi yabancı analistler de 1 Kasım seçiminin geçen haziranınkine benzer bir sonuç verebileceği ihtimali üzerinde duruyordu. Tıpkı pek çok kamuoyu anketlerinin tahminleri gibi...
Bu bakımdan AK Parti’nin tek başına iktidara dönüşü dışarıda da büyük sürpriz yarattı.Bu kez yorumcular bu beklenmedik sonucun nasıl gerçekleştiğini araştırmaya koyuldular. Çoğu da Türk seçmeninin şimdiki karmaşık ortamda, istikrarıtercih ettiği sonucunu çıkardı.
“Erdoğan’ın zaferi”...
Büyük dünya gazetelerine bakıldığında, seçim sonucunu “Erdoğan’ın zaferi” diye nitelendirdikleri görülüyor. Yani bu Meclis seçimlerinde AK
Masanın etra- fında bir düzine ülkenin Dışişleri bakanları... Amaçları, Suriye’ye barışı getirmek...
Ne var ki bunun nasıl sağlanacağı konusundaki görüşleri birbirinden farklı hatta birbirine zıt.
Daha önemlisi, bu ülkelerin bir kısmı birbirleriyle kavgalı veya dargın!
Viyana’da bugün bir araya gelecek olan bu ülkeler arasında rakip iki büyük güç var: ABD ve Rusya. Geçen hafta ikisi, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın katılımıyla gene Viyana’da ilk toplantılarını yapmış ve çalışmalarını “genişletilmiş bir konferans” şeklinde sürdürmeye karar vermişti.
Bu konferans için en “hassas” davetiye İran’a gitti. Ve -hayret- Tahran bu daveti kabul etti.
“Dargınlar”ı barıştıracak!
Malum, ABD ile İran’ın diplomatik ilişkileri yok. ABD ve bugünkü konferansa katılacak olan Batılı müttefikleri, İran’ın Suriye’ye Esad’ı ayakta tutmak için giriştiği müdahaleye şiddetle karşı. Ama İran’sız Suriye krizinin çözümlenemeyeceğini fark ettikleri için, Tahran’a “buyurun” dediler. O da uluslararası camianın dışında kalmamak ve bölgede önemli bir aktör olduğunu kanıtlamak için, bu davete icabet etmeyi uygun gördü.
Teröre karşı birden fazla cephede mücadele vermek zorunda kalan Türkiye, Suriye meselesinde diplomasiyi de çok cephede birden yürütmek durumuyla karşı karşıya.
Türkiye Suriye krizinde baştan beri Batı’nın safında. Zaman zaman beliren bazı görüş ayrılıklarına rağmen, bu beraberlik devam ediyor. Ancak Suriye’deki son olaylar ve özellikle PYD/YPG’nin ortaya çıkması karşısında, Türkiye’nin ABD ve diğer bazı müttefikleriyle arası iyice açılıyor.
Rusya’nın Suriye’deki askeri müdahalesi ve siyasal inisiyatifi eline alması da Ankara ile Moskova arasında görüş ayrılıklarına yol açtı. Türkiye Esad’sız bir çözüm üzerindeki ısrarını sürdürürken, Rusya Şam’daki rejimi korumak için bütün askeri ve diplomatik gücünü kullanıyor. Rusya ayrıca PYD ile ilişki kuruyor ve onun Moskova’da bir temsilcilik açması üzerinde mutabık kalıyor. Bu da Ankara ile Moskova arasında beliren yeni bir uyuşmazlık konusu...
Sert söylem
Türk liderler son günlerde -seçim ortamından da yararlanarak- yaptıkları bazı konuşmalarda, Suriye bağlamında, gerek Batı’ya gerekse Rusya’ya karşı sert çıkışlar yaptılar.
Örneğin, sert söylemin bir hedefi de Rus lideri Vladimir Putin oldu. Kendisi “eli kanlı diktatör Esad’ı Moskova’da
Söylemde herkes hemfikir: “Kararı halk verecek”...
Suriye sorununa çözümden bahsedildiği zaman, sık sık duyulan bir söz bu.
Geçmişte Türkiye de dahil, Batılı ülkeler bu görüşü hep savundular. Geçen hafta Moskova’daki Putin-Esad buluşmasının ardından Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da bir demecinde aynı şeyi söyledi. Ve daha da ilginci, önceki gün Şam’da bir Rus parlamenter heyetiyle görüşen Beşar Esad da Suriye’nin siyasi geleceğini “halk”ın belirleyeceğini, dolayısıyla, ülkede seçimlerin yapılması gerektiğini öne sürdü.
Peki, Suriye’de “halk” derken kim kastediliyor?Ve bu “halk” da ülkenin geleceğine ilişkin “kararını” nasıl verecek?
Darmadağın oldu
Dört yıllık iç savaş Suriye’yi darmadağın etti. 23 milyon nüfusun yarısı yer değiştirdi. Bunların yaklaşık 5 milyonu (2 milyonu Türkiye’de olmak üzere) halen yabancı ülkelerde mülteci durumunda...
Ülkenin demografik ve coğrafi yapısı altüst oldu. Yani Suriye bölündü, yeni bölgeler oluştu. Bunların bir kısmı Şam’dan tamamen koptu ve farklı militan grupların hâkimiyeti altına girdi.