İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında İran’a karşı nükleer faaliyeti nedeniyle “kırmızı çizgi”nin çizilmesi için yaptığı çağrı, üç temel soruyu gündeme getiriyor.
1) ABD başta olmak üzere uluslararası topluluk bu öneriyi kabul eder mi?
2) İran böyle bir çıkış karşısında nükleer programından vazgeçer mi?
3) İsrail dış destek görmediği takdirde İran’ı tek başına vurabilir mi?
Önce Netanyahu’nun İran’ın nükleer faaliyetinden neden bu kadar telaşlandığına ve “kırmızı çizgi” derken neyi kastettiğine bakalım.
İsrail lideri, BM platformunda İran’ın uranyum zenginleştirme sürecinde bir hayli ilerleme kaydettiğini ve en geç önümüzdeki yaza kadar (belki de ilkbaharda) atom bombası yapma kapasitesine ulaşacağını söyledi. Bu önemli bir açıklama; çünkü İran’ın atom bombasına sahip olması için tahmin edilen süre ilk kez bu kadar kısa tutuluyor.
Hz. Muhammed’i ve Müslümanlığı küçük düşüren ABD’deki film olayının ve onu izleyen şiddet dalgasının Genel Kurul toplantıları arifesinde patlak vermesi, kutsal değerlerle ifade özgürlüğü arasındaki ilinti konusunun dünya platformuna taşınmasına vesile oldu.
Geçen salı günü başlayan Genel Kurul toplantılarında -ABD Başkanı Obama’dan Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’ye kadar- kürsüye gelen çeşitli ülkelerin liderleri, konuşmalarının önemli bir kısmını bu meseleye ayırdılar.
Bugün Genel Kurul’a hitap edecek olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da konuşmasında çok tartışılan İslamofobi ve şiddet sorununa geniş yer vermesi bekleniyor.
Davutoğlu, 193 devletin temsil edildiği bu geniş forumda son günlerde Başbakan Erdoğan’ın, kendisinin ve diğer bakanların bu konuda ifade ettiği görüşleri dile getirecek.
Bu hassas meseleye soğukkanlılıkla ve akılcı bir şekilde yaklaşan Türkiye, bir yandan o mahut filmi ve İslam’ı hedef alan benzer yayınları kınıyor, bunun ifade özgürlüğü sınırlarını aştığını belirtiyor, diğer yandan da bu tür yayınlar veya davranışlar nedeniyle diplomatların öldürülmesi gibi şiddet olaylarına da karşı çıkıyor.
* * *
“Medeniyetler İttifakı” çerçevesinde,
Her yıl eylül ayının son haftası, dünya liderlerinin New York’taki BM merkezinde randevulaştığı tarihtir. İki yüze yakın üye devletin liderleri, Genel Kurul’un yeni çalışma dönemine girmesi vesilesiyle BM gökdeleninde bir araya gelirler.
Genel Kurul’un 67. dönem toplantıları dün Genel Sekreter Ban Ki-moon’un konuşmasıyla başladı.
Bu açılış oturumlarında dünyanın dört köşesinden gelen cumhurbaşkanları, başbakanlar ve diğer üst düzey temsilciler, çeşitli güncel meseleler üzerindeki görüşlerini dile getirirler.
Genel Kurul podyumu bu vesile ile hareketlenir, renklenir. Hafta boyunca burada “dünyanın en büyük siyasi şovu” sahnelenir. Siyaset dünyasının “yıldızları” burada boy gösterir. Kimisi de çeşitli atraksiyonları ile bütün dünyanın dikkatlerini üzerinde toplar...
Genel Kurul’un tarihi böyle göz alıcı sahnelerle doludur. Bunun en unutulmazı, Soğuk Savaş’ın en kritik günlerinde (1960’ta), Sovyet lideri Nikita Kruşçev’in ABD’ye ateş püsküren konuşmasını yaparken, ayakkabısını çıkarıp kürsüye vurmasıdır!
Geçmiş yıllarda Kaddafi, Chavez gibi “yıldızlar”ın aynı sahnedeki numaraları da epey ilgi toplamıştı.
Albay Riyad el Esad imzası ile geçen cumartesi YouTube’dan yayınlanan mesaj şöyle başlıyordu: “Özgür Suriye Ordusu’nun bir numaralı bildirisi - Suriye’nin içinden”... Bildiri, Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) karargahının Türkiye’den Suriye’nin kurtarılmış bölgesine taşındığını ve bundan sonra faaliyetini anavatan topraklarında sürdüreceğini ilan ediyordu.
Direniş hareketinin bu önemli kararını açıklayan Albay Riyad El Esad, Türkiye’de tanınan bir isim. Kendisi Suriye Ordusu’ndan kaçan ve Türkiye’ye sığınan ilk yüksek rütbeli subay. Ankara’nın desteği ile Türkiye’de ÖSO’nun kurulmasında aktif rol oynayan albayın faaliyeti ve demeçleri yerli ve yabancı medyaya da sık sık yansıdı. Son olarak da adı, başta girişi yasaklanan, ama daha sonra TBMM’den bir heyete açılan Apaydın Kampı olayında da duyuldu. El Esad, Suriye’den kaçan yüksek rütbeli subaylarla birlikte bu kampta kalıyordu.
Şimdi, Türkiye’yi epey rahatsız etmiş olan bu olaydan kısa bir süre sonra, albayın karargahı ile birlikte Suriye topraklarına taşınmış olması oldukça anlamlı... Ve açıkçası, Türkiye için de rahatlatıcı bir gelişme...
Neden gittiler?
Suriyeli özgür subayların bu kararı almasında, Türkiye’nin ve
ABD’de Basseley Nakoula adındaki Mısırlı Kıpti dalaverecinin “Müslümanların Masumiyeti” başlıklı kısa metrajlı filmi hangi maksatla çevirdiği tam olarak bilinmiyor. Bu konu her türlü tahmin ve faraziyeye müsait.
Rezil filmin Arap ve İslam dünyasında yol açtığı tepkinin nedenlerini anlamak ve olası sonuçlarını kestirmek ise zor değil. Nitekim bu konuda çeşitli değerlendirmeler yapılıyor.
Tepkilerin en şiddetlisi Libya’da Bingazi’deki ABD Başkonsolosluğu’nu hedef aldı ve bu ülkedeki Amerikan Büyükelçisi’nin ve diğer 3 diplomatın hayatına mal oldu. Bu olay, anında Tunus’tan Yemen’e, Mısır’dan Sudan’a kadar Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında bir domino etkisi yaptı ve hızla yayıldı.
Bu şiddet dalgası sadece ABD ve Batılı ülkelerin diplomatik temsilciliklerine yönelmekle kalmadı, aynı zamanda saldırıları engellemeye çalışan polis güçleriyle göstericiler arasında kanlı çatışmalara yol açtı.
Daha önemlisi bu lanetli film, bölgesel ve hatta küresel dengeleri değiştirebilecek siyasi sarsıntılar yarattı...
Hz. Muhammed’e ve İslam’a hakaret eden böyle bir filmin İslam dünyasını ayağa kaldıracağı belliydi. Daha önce Danimarka’daki karikatür krizi ve ABD’deki bir eyalette
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ukrayna ziyareti sırasındaki basın toplantısında, Türk-İsrail ilişkilerine de değindi ve İsrail “özür dileme, tazminat ödeme ve Gazze ablukasını kaldırma” şartlarının hepsini yerine getirmedikçe, ilişkilerin normalleşmesinin imkânsız olduğunu söyledi.
Bu konu, son zamanlarda özellikle ABD’nin ve bazı Avrupa ülkelerinin, iki tarafı uzlaştırmak için diplomatik çabalar harcadıklarına dair haberler üzerine gündeme geldi. Ancak Başbakan demecinde Türkiye’nin ancak İsrail’in bu üç şartı birden kabul etmesi halinde arabuluculuğa “evet” diyebileceğini, aksi halde bu tür çabaların boşa çıkacağını belirtti...
Şimdiye kadar Batılı diplomatların yaptığı girişimlerden İsrail’in bu “paket” şeklindeki şartları kabul etmemesi nedeniyle sonuç çıkmadığı ortada. Anlaşılan Mavi Marmara olayı için resmi “özür” şartı üzerinde bir ilerleme olmuş. Bu, diplomatik dilde, uygun bir terim bulma hüneri ile ilgili... Tazminat konusunda da zaten baştan beri fazla bir zorluk yok gibi. Ama üçüncü şart esas anlaşmazlık konusu oluyor. İsrail bunu ikili ilişkilerin dışında, doğrudan Filistin meselesi ile ilgili bir konu olarak görüyor. Dolayısıyla Gazze ablukasının
Washington merkezli “German Marshall Fund” adlı araştırma ve düşünce kuruluşunun “Transatlantik Eğilimler” raporu, belli başlı dünya meseleleri hakkında Türk kamuoyundaki temel bazı trendleri gözler önüne seriyor.
Atlantik’in iki yakasındaki 15 ülkede -ve bu arada ilk olarak Rusya’da- yapılan kapsamlı kamuoyu araştırması, aynı zamanda Türkiye’nin güncel sorunlarda uluslararası toplumdaki duruşunu ortaya koyuyor.
Bu araştırmadan özetle şu üç sonucu çıkarabiliriz:
* Türk halkının geniş kesimi, sebebi ne olursa olsun, dış müdahalelere ve savaşa karşı...
* Türk kamuoyunun halen bölgemizde odaklanan sorunlara bakış açışı ve tepkileri, genelde ABD’den ve AB ülkelerinden farklı, buna karşılık Rusya’nınkine yakın...
* Türklerin Batı’ya karşı şüpheci duyguları devam etmekle beraber, NATO’ya ve ABD ile ilişkilere verdikleri önemde, geçmiş yıllara oranla, bir artış var...
Bütün unsurlarıyla bu tablo, Türk kamuoyundaki eğilimlerin bazı konularda hükümetin izlediği politikaların paralelinde, buna karşılık bazı konularda da resmi tutumdan farklı olduğunu gösteriyor.
Uluslararası Kriz Grubu -ICG- dünyanın çeşitli bölgelerindeki anlaşmazlıkları inceleyen, bunların çözümü için fikir ve öneri üreten bağımsız bir kuruluştur. Merkezi Brüksel’de olan ICG’nin uzman kadrolarının çeşitli sorunlar üzerinde yayınladığı raporlar, hükümetler, politikacılar, askerler ve sivil toplum mensupları tarafından dikkatle izlenir.
İstanbul’da da bürosu bulunan ICG son yıllarda Türkiye’yi yakından ilgilendiren (Kıbrıs gibi) meseleler üzerinde de çalışmalar yapmış ve kapsamlı raporlar hazırlamıştır.
Dün ICG “Türkiye: PKK ve Kürt Sorununun Çözümü” başlıklı 47 sayfalık bir rapor yayınlamıştır. PKK’nın Türkiye içindeki ve dışındaki örgütlenmesini ve eylemlerini etraflıca anlatan rapor, Kürt sorununun nedenlerini ve özelliklerini inceliyor ve son zamanlarda girişilen bazı reformlara değindikten sonra, bugünkü şiddet ortamına son verilmesi için neler yapılabileceği konusunda bazı görüşler ve tavsiyeler sıralıyor.
Tam zamanı...
ICG Raporu’nun yayınlanması, Türkiye’de PKK terörünün tırmandığı, hemen hemen her gün şehit haberlerinin geldiği, TSK’nın da operasyonlarını şiddetlendirdiği bir zamana rastlıyor.
Giriş bölümünde bu tırmanmaya değinen rapor son 4 ay