Britanya hükümetiyle İskoç özerk yönetimi arasında “bağımsızlık referandumu” konusunda anlaşmaya varılması, sadece Birleşik Krallığın değil, aynı zamanda Avrupa’da birçok ülkenin siyasi geleceğini etkileyecek olan önemli bir gelişmedir.
Bu anlaşmanın bir anlamı Britanya’nın kendi toprakları içindeki bir bölgenin bağımsız olma hakkını tanımaya hazır olduğudur. Diğer bir özelliği de, İskoçların bu noktaya şiddete başvurmadan, uzun siyasi bir mücadeleden sonra ulaşmış olmalarıdır.
Bu olay aynı zamanda ayrılıkçılık -veya “mikro-milliyetçilik”- dalgasının yalnız Asya’da ve Afrika’da değil, ulus-devlet kavramının ve kurumlarının iyice yerleşmiş olduğu sanılan Avrupa’da da yayılmakta olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Son dönemde yaşlı kıtada bu tür hareketler Çekoslovakya’nın ikiye bölünmesine, Yugoslavya‘nın da dağılmasına yol açmıştı. Halen İspanya Bask bölgesindeki ve Katalonya’daki ayrılıkçı hareketlerle uğraşıyor. Belçika dahi Flamanların ayrılma yönündeki çabaları sonucunda ikiye bölünme tehdidi ile karşı karşıya...
Önce İskoç
İskoçya’nın Birleşik Krallığın bir parçası haline gelmesi 300 küsur yıl önce gerçekleşti. Bu uzun zaman zarfında İskoçlar kendi “milli
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen cumartesi İstanbul Küresel Forumu’nda Birleşmiş Milletler’le ilgili söyledikleri, diplomatik çevrelerde ve dış basında büyük ilgi gördü.
Konuşmanın esas dikkat çeken noktası, Başbakan’ın daha önce Bosna’da olduğu gibi, şimdi de Suriye krizinde BM Güvenlik Konseyi’nin aciz duruma düşmesini eleştirirken, bunun sorumluluğunu veto hakkını kullanarak karar alınmasını engelleyen beş daimi üyeye yüklemesiydi.
“Bu durumda Birleşmiş Milletler niye var?” sorusunu ortaya atan Erdoğan dünya örgütünün işlevini tam olarak yerine getirmesi için “adalete dayalı biçimde kendisini reforme etmesinin şart olduğunu” belirtti. Aksi halde “dünya Beşlerin insafına bırakılmış durumda” kalacaktır.
İmtiyazlı statü
Başbakan’ın verdiği mesaj açık: Birleşmiş Milletler dünyadaki değişikliğe uymak ve yapısını ona göre değiştirmek zorundadır.
Gerçekten BM 1945’te kurulduğunda ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’e -İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri olarak- imtiyazlı bir statü ve bu arada veto hakkı verilmişti. Yıllardan beri “Beş Büyükler” bu ayrıcalığı kendi politikaları doğrultusunda, her fırsatta kullanmaktan çekinmiyorlar.
Oysa Başbakan’ın hatırlattığı
Suriye krizi derken artık sadece komşu ülkedeki iç savaş değil, Türkiye ile Suriye arasındaki sürtüşme de gündeme geliyor. Hem yalnız Türkiye’nin değil, uluslararası camianın gündemine de...
Bu bağlamda Türkiye Suriye krizi neredeyse her hafta biraz daha tırmanıyor, daha geniş boyutlar alıyor. Hele son günlerde dünya basınında Suriye krizinin Türkiye’yi kapsayan bu boyutu ağırlık kazanmış durumda...
Ankara ile Şam arasındaki sürtüşme başta retorik -veya söz savaşı- düzeyinde iken, şimdi çatışma noktasına geldi. Akçakale olayından sonra karşılıklı top atışları ciddi bir savaş olasılığını yarattı. Başbakan’ın ve Genelkurmay Başkanı’nın ifadelerine göre, bu olasılık devam ediyor.
Yeni cephe
“Suriye cephesi”nde durum böyle iken, Türkiye’nin önceki gün Rusya’dan kalkan bir Suriye yolcu uçağını, askeri malzeme taşıdığı gerekçesiyle Esenboğa Havaalanı’na inmeye zorlaması, bu kez “diplomatik cephe”de yeni bir sürtüşmeye yol açtı.
Suriye uçağındaki kargonun “tehlikeli” diye nitelendirilen içeriği hakkında kesin bir bilgimiz yok. Suriye hala uçağın askeri materyal taşımadığını öne sürüyor. Türk resmi makamları ise uçakta Rusya’da yüklenmiş birtakım füze parçalarının
AB Komisyonu’nun her yıl bu zamanlarda yayınladığı Türkiye ile ilgili “İlerleme Raporu”, hararetli tartışmalara konu olur.
Geniş kapsamlı ve titiz bir çalışmanın ürünü olan bu raporların amacı, AB ile katılım süreci içinde bulunan ülkelerin, topluluğun kriter ve standartlarına uyum sağlamada ne kadar ilerleme kaydettiklerini -veya edemediklerini- belirlemektir.
1998’den beri yayınlanan Türkiye ile ilgili İlerleme Raporları, her zaman Ankara’nın bu yöndeki çabaları ve performansı konusunda hem olumlu, hem de olumsuz tespitler ve değerlendirmeler içermiştir.
Önceki gün açıklanan bu yılki rapor da öyle. Ancak son 3-4 yılki raporlara göre, bu seferki belgede olumsuz gelişmelerin daha ağır bastığı görülüyor.
Yani rapordaki dille, “ilerleme” kaydedilmesi beklenen birçok alanda, bu beklenti gerçekleşmemiştir. Bunlar, ifade özgürlüğü başta olmak üzere Kopenhag kriterlerine uyması istenen temel demokratik hak ve özgürlükleri içeriyor. Ama buna karşılık rapor sivil otoritenin pekiştirilmesinden Anayasa çalışmalarına kadar, bazı siyasi alanlarda -ve özellikle ekonomide- yıl içinde kaydedilen ilerlemelere de vurgu yapıyor...
Bardağın iki tarafı
Suriye krizinin başından beri bu sorunu uluslararası platforma taşımaya en çok uğraşan ülke Türkiye’dir.
Türk liderler her vesile ile uluslararası topluma meselenin çözümünde ortak bir tutum ve hareket için çağrılar yapmış, Türk diplomasisi müttefik devletlerden komşu ülkelere, BM’den NATO’ya kadar, her alanda girişimlerde bulunmuştur.
Bütün bu çabalara zaman zaman verilen destek açıkçası sadece lafta kalmış, sonuçta Ankara beklediğini sağlayamamıştır.
Bunun pek çok örneği var.
Beşar Esad ile diplomatik yollardan bir çözüm bulma şansı ortadan kalktığı andan itibaren, Türkiye ABD başta olmak üzere Batılı müttefikleriyle, ayrıca Arap dostları ile ortak bir cephe kurma gayreti içine girmiştir.
Bu konuda Obama yönetimi ile sıkı temas ve işbirliği kurulmuştur. Başbakan Erdoğan, ABD Başkanı ile, Dışişleri Bakanı Davutoğlu Amerikalı mevkidaşı Clinton ile yoğun istişarelerde bulunmuştur. Ankara ile Washington arasında Suriye konusunda tam bir uyum ve ortak anlayış sağlanabilmiştir. Nitekim resmi beyanlarda iki taraf da Esad’ın mutlaka gitmesi gerektiğini savunmuş ve bu amaçla izlenecek stratejiyi birlikte belirlemeye çalışmıştır.
Ancak daha geçen yıl, Erdoğan hükümeti
Akçakale olayından sonra Türkiye’nin yaptığı sert uyarılara ve misillemelere rağmen, Suriye’nin hâlâ Türk topraklarına top mermileri yağdırmasının anlamı nedir? Beşar Esad ne yapmak istiyor? Ve en önemlisi, Suriye’nin bu kışkırtıcı askeri eylemleri böyle devam ederse, Ankara Esad’ın ordusuna karşı topyekün bir savaşa girişecek mi?
Şu sırada Suriye ile sınır bölgesinde, “sınırlı bir savaş” halinin başladığı açık. Bu aynı zamanda bir “sinir savaşı”...
Esad’ın ordusu isyancıları “temizlemek” uğruna, ağır silahlarının namlularını Türkiye ile sınır istikametinde tutarak bombaların Türk topraklarına düşmesinde sakınca görmüyor. Türkiye’nin “sınır ihlalini” aşan bu sürekli provokasyonlara karşı “misli ile” misillemede bulunması dahi, Şam diktatörünü henüz yola getirmiş değil.
Akçakale olayından sonra Suriye ordusunun sınıra yakın 10 kilometrelik bölgede bu tür top atışlarını durduracağı söylenmişti. Şimdi bunun boş bir beklenti olduğu anlaşılıyor.
O halde Esad bunu neden yapıyor? Amacı nedir? Bir olasılık, Türkiye’yi topyekün bir savaşa çekmektir. Diğer bir olasılık ise sınır bölgesindeki isyancıları yok etmek ve Türkiye’yi de savaşçıları desteklemekten vazgeçirmektir.
Her
Türkiye’nin AB üyeliği konusunun bir süreden beri kamuoyunun gündeminde olmadığı malum. Çeşitli anketler Türk halkının geniş bir kesiminin artık bu konuda eski heves ve heyecanını kaybettiğini, üyeliğin yakında gerçekleşebileceğine de inanmadığını gösteriyor.
Bunun nedenlerini anlamak zor değil.
Almanya, Fransa gibi AB’nin önde gelen üyeleri açıkçası Türkiye’yi bu toplulukta tam üye olarak görmek istemiyor. Yıllardır süren müzakere sürecinde çıkarılan engeller yüzünden yalnız “sokaktaki adam”ın değil, diplomatların dahi sabrı tükeniyor.
Bu arada Türk ekonomisinin gelişmesi, Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak kendisini göstermesi, buna karşılık Avrupa ülkelerinin ciddi ekonomik ve sosyal krizlere sürüklenmesi ve AB yapısının sarsılması, Türkiye’de birçok insanı “bu şartlarda AB üyeliği olmasa da olur” düşüncesine sevk ediyor.
* * *
Erdoğan hükümetinin son zamanlarda aldığı tavır da aşağı yukarı bu doğrultuda. Gerçi AB üyeliği hedefi bağlamında resmi politikada değişen bir şey yok. Hükümet AB’yi gözden çıkarmış, müzakereleri sürdürmekten vazgeçmiş değil. Hatta AB Bakanı Bağış, ekibi ile birlikte bu yönde çabalarını canla başla sürdürüyor. Ama açıkçası Başbakan başta
AK Parti Kongresi’ndeki görüntüler ve konuşmalar, Türk dış politikasının yönelişi ile ilgili bazı anlamlı sinyaller verdi. Önümüzdeki yıllarla ilgili önemli hedeflerin ortaya konduğu bu toplantı, iktidarın günümüzün belli başlı uluslararası sorunları üzerindeki görüşlerinin yanı sıra, dış ilişkilerdeki önceliklerini de yansıtmasına vesile oldu.
Bu bağlamda özetle şu tespitleri yapabiliriz:
1) Kongre’ye davet edilen yabancı liderlerin büyük çoğunluğunun Arap ve İslam dünyasına mensup olması, buna karşılık Avrupa’dan katılanların yok denecek kadar az olması dikkati çekmiştir. Başbakan Erdoğan da konuşmasının başında yabancı ülkelere selam gönderirken, Avrupa’yı pas geçmiştir. 2023 yılına doğru AKP vizyonunu açıklayan kitapçıkta da Avrupa ile ilişkiler bir paragrafla geçiştirilmiştir.
Kuşkusuz bu, AKP iktidarının Avrupa’yı ve AB’yi gözden çıkardığı anlamına gelmez. Ama AB’nin, bilinen nedenlerden ötürü, iktidarın dış politika öncelikleri arasında artık yer almadığı açık. Kaldı ki halen dünya siyasetinin ağırlığı Türkiye’nin yanıbaşındaki coğrafyada odaklanmış durumda.
* * *
2) Kongre’de konuşma yapmaya davet edilen yabancı liderlerin -Mısır Cumhur- başkanı Mursi’den