Irak mahkemesinin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi’ye karşı verdiği idam kararının ön planda ortaya koyduğu görüntü Başbakan Nuri El Maliki ile kendisi arasındaki iktidar kavgasıdır. Ama arka plandaki esas olay, ülkenin sürüklenmiş olduğu Sünni-Şii sürtüşmesidir.
Mahkemenin kararından hemen sonra Irak’ta yer yer terör eylemlerinin tırmanması, tehlikenin ciddiyetini gözler önüne seriyor.
Şimdi korkulan şey, Haşimi’ye karşı verilen idam cezasının mezhepsel çatışmayı kızıştırması ve Iraklılar arasındaki ayrışmayı daha da derinleştirmesidir.
Irak’taki bu kriz, geçen aralıkta ABD’nin bu ülkeden kuvvetlerini çektiği günün hemen ertesinde patlak verdi. Sünni Başbakan El Maliki, Şii Cumhurbaşkanı Yardımcısı El Haşimi’yi, Şiileri hedef alan “ölüm mangaları”nı yönetmekle, 150 kadar suikast ve bombalı eylem düzenlemekle suçladı. Bunun üzerine savcılık hemen harekete geçti ve Haşimi’nin tutuklanmasına karar verdi.
Ancak güçlü “Irakiye” partisinin lideri olan Haşimi, Bağdat’ı terk etti ve başta Kürt kökenli Cumhurbaşkanı Talabani’nin yardımıyla Erbil’e sığındı. Bir süre sonra Katar’a geçti, oradan da Türkiye’ye geldi. Hükümet, Interpol’ün her yerde aranması emrine rağmen,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, CNN muhabiri Christiane Amanpour’a verdiği söyleşide, ABD’nin Suriye meselesinde sergilediği “inisiyatif eksikliği”nden yakındı ve bunun nedeninin seçimler olabileceğini söyledi. “Kimse bunun sebebini açıklamış değil; bu belki seçimlerden dolayıdır” diyen Başbakan sonuçta ABD’den beklenenlerin gerçekleşmediğini belirtti...
Washington’un Suriye krizinde daha atak davranmamasının nedeni genelde ülkenin şimdi seçim sürecinin içinde olmasına bağlanıyor. Yani Başbakan’ın “belki” diyerek dile getirdiği görüş oldukça yaygındır.
Gerçekten de, ABD yönetimi, siyasetçiler, medya ve kamuoyu, bu seçim kampanyasında gündeme gelen ekonomi ve diğer öncelikli iç sorunlar varken, Suriye ile (ve dış politika konuları ile) pek ilgilenmiyor.
Suriye konusundaki bu hareketsizliğin veya “inisiyatif eksikliği”nin başlıca nedeni ülkenin seçimlere odaklanması olmakla beraber, bunda Obama yönetiminin ve Amerikan kamuoyunun geniş bir kesiminin bu işe fazla bulaşmak istememesinin de önemli payı var.
* * *
ABD’de seçimler olmasaydı, Başkan Obama’nın bu meselede daha enerjik hareket etmiş olabileceği düşünülebilir. Ama bir yere kadar. Örneğin o takdirde ABD, Suriye’ye
Hükümetin izlediği Suriye politikasının yol açtığı bazı olumsuz sonuçlar, bu tutumun bütün ayrıntılarıyla yeniden gözden geçirilmesi gereğini ortaya koyuyor.
Varılan noktada bu politikada köklü bir değişiklik yapılıp yapılamayacağı, ayrı bir mesele. Ama böyle bir değerlendirme, şu anda karşılaşılan tersliklerin ve sıkıntıların nedenlerinin daha iyi anlaşılması ve bundan sonrası için yeni ayarlamaların düşünülmesi için bir fırsat oluşturabilir.
* * *
Önce, Suriye krizinde hükümetin aldığı tavrın sebepleri ne olursa olsun, yol açtığı sıkıntıları hatırlayalım.
İktidar bu kriz karşısında Esad rejimine karşı kesin bir tavır alırken, bunu sadece sözle değil, eylemle de sürdürmek için Suriyeli muhalifleri örgütlemeyi, Özgür Suriye Ordusu’na da aktif destek vermeyi üstlendi. Bu, sonuçta Türkiye’yi bu meselede bir “taraf” haline getirdi. Bu da Suriye’de kızışan iç savaş ortamında, Ankara ile Esad yönetimini karşı karşıya getirdi.
Bunun izdüşümü kısa zamanda PKK’nın Suriye destekli terör saldırılarına hız vermesi, Ankara’nın özendirici “açık kapı” politikası sonucunda büyük sayıda Suriyelinin Türkiye’ye sığınmak istemesi, İran dahil Esad’dan yana olan komşu ülkelerle yeni
BM Güvenlik Konseyi’nde Suriyeli sığınmacılarla ilintili “tampon bölge” konusundaki Türk girişiminin hiçbir sonuç vermemesi, çok hayal kırıcı oldu.
Bu fiyaskoda tüm ilgili tarafların payı var. İnsani boyutu ile sunulan bu meselede, bırakın bir “konsey kararı”nın çıkmasını, “Başkanlık bildirisi” diye tanımlanan ve genelde muğlak ifadeler taşıyan bir deklarasyonun yayınlanması dahi mümkün olmayışının sorumluları Rusya ve Çin’dir. Nitekim Türkiye ve Batılı ülkelerin bütün çabalarına rağmen, veto hakkına sahip olan bu iki ülke, mültecilerle ilgili herhangi bir belgenin çıkmasını engellediler.
Türkiye’nin istediği tampon veya güvenli bölge konusunda zaten bu şartlar altında bir adım atmak imkansızdı. Ama bu kez bu fikre sıcak batığı sanılan Fransa ve İngiltere dahi, çekingen davrandılar. ABD suskun kaldı. Diğer üyelerden de ses çıkmadı.
Dışişleri çevreleri Türk tarafının da aslında konseyden bir çırpıda tampon bölgeyi de kapsayan bir kararın çıkmasını beklemediğini söylüyorlar. Ama konsey toplantısının tek bir destek sözü alınmadan sona ermesinden duydukları kızgınlığı da gizlemiyorlar.
Belli ki, her şeye rağmen, ortada bir değerlendirme ve tahmin hatası var. Sonuçta
Suriye’de “güvenlik mülahazaları” ile bir “tampon bölge”nin kurulması konusu, Türkiye’de ve Batı ülkelerinde bir süredir konuşuluyordu. Bu kez Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun BM Güvenlik Konseyi’ndeki konuşması ile, bu konu resmen uluslararası toplumun gündemine taşınmış oldu.
Konuşmasının önemli bölümünü Suriyeli sığınmacılar sorununa ayıran Bakan, bu insani problemin çözümü için en iyi çarenin, ateş altında canlarını kurtarmak amacı ile evlerini terk etmek zorunda kalan insanları, Suriye topraklarında kurulacak kamplarda barındırmak olduğunu belirtti. Tabii tercihan BM şemsiyesi altında gereken korumanın ve desteğin sağlanması şartıyla...
Böyle bir formül, yüz binlerce mültecinin Türkiye başta olmak üzere komşu ülkelere akın etmesini önlemiş olacak.
* * *
Ne var ki makul ve yerinde olan bu önerinin gerçekleşmesi birçok faktöre bağlıdır. Her şeyden önce uluslararası topluluğun buna arka çıkması, siyasi anlaşmazlıkları bir yana bırakıp maddi manevi desteği esirgememesi şart. Bir de tabii ev sahibi olarak Suriye’nin de kendi topraklarında, uluslararası himaye ve denetim altındaki geçici yerleşim alanlarının kurulmasına razı olması gerekir.
Esad yönetimi tampon
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında Suriye konusunda yapılan mektup teatisi, iktidar ile ana muhalefet arasındaki derin görüş ayrılığını ortaya koydu.
Bu vesile ile, hükümetin bir süredir angaje olduğu Suriye politikasını aynen sürdürmeye kararlı bulunduğu da anlaşılmış oldu.
Hükümetle CHP arasındaki bu farklı -hatta zıt- duruşun temelindeki neden, basit ifadesiyle şöyle özetlenebilir: Ak Parti iktidarı, Suriye krizinin ancak Esad yönetiminin devrilmesiyle çözülebileceğine inanıyor, yani “Esad’sız bir çözüm” istiyor. CHP ise, çözümün “Esad ile” sağlanması gerektiğini savunuyor.
Bu iki zıt pozisyon karşısında, Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasındaki mektup değiş-tokuşundan bir sonuç çıkmaması şaşırtıcı değil tabii...
* * *
Kılıçdaroğlu’nun mektubunda Suriye konusunda öne sürdüğü öneriler, aslında iki hafta önce CHP grup toplantısında sunduğu “Barış Planı”nın ana hatlarını içeriyor. CHP lideri o tarihte fazla ilgi görmeyen bu planı böylece resmen hükümete iletmiş ve kayda geçirmiş oluyor.
Plan, Suriye krizinin çözümü için uluslararası bir konferansın düzenlenmesini öngörüyor. Bu toplantıya Suriye yönetimi ile muhalefeti, BM
Suriye krizinin Türkiye’yi doğrudan en çok etkileyen yanlarından biri, sığınmacılar meselesidir.
İç çatışmalar nedeniyle komşu ülkeden Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin sayısı 80 bini aşıyor. Şu sırada sınır bölgesinde Türkiye’ye girmek için 10 bin Suriyeli bekliyor. Bu tempo ile önümüzdeki günlerde bu rakamın 100 bini bulması kaçınılmaz.
Hemen şunu belirtelim ki, Türkiye’nin omuzlarına yüklenen mülteciler sorunu, Suriye’deki halk hareketi ve onu izleyen iç savaşın bir sonucudur. Bu durum karşısında Türkiye’nin yapacağı iki şey vardı: Ya “bize ne” deyip sınırları kapatmak ya da “açık kapı” politikasıyla onları geçici bir süre için topraklarımızda barındırmak. Ankara haliyle, benzer tüm durumlarda olduğu gibi, bu kez de insani bir davranışla ikinci şıkkı tercih etti.
Ne var ki sayıları artarak devam eden bu göç, Türkiye’nin başını birçok bakımdan derde sokuyor.
Mali yük, bu sıkıntıların sadece bir boyutu. Nisan 2011’den itibaren başlayan mülteci akını şimdiye kadar Türkiye’ye 300 milyon dolara mal oldu. Göç artan sayılarla devam ettiğine göre, bu meblağ daha da yükselecek demektir.
Güvenlik sorunu
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu son günlerde yazılı ve görsel medyaya verdiği demeçlerde, eleştirilere yol açan Suriye politikasını birtakım argümanları ortaya koyarak savundu.
Önce şunu belirtmemiz gerek: Türkiye, Arap Baharı’nın Suriye’deki ilk emareleri görülmeye başladığı andan itibaren aktif olarak devreye girmiş, değişim hareketinin bu ülkede de başarı ile gerçekleşmesi için büyük çaba harcamıştır.
Davutoğlu kadar bunun barış içinde, uzlaşma ile sağlanması için çalışan herhalde başka yabancı devlet adamı yok. Bakan, Ankara ile Şam -ve diğer başkentler- arasında sürekli mekik dokuyarak Beşar Esad’ı ikna etmek için geceli gündüzlü uğraşmıştır.
Fakat bütün bu çabalara rağmen, Esad kendi bildiğini okumuş ve katliam derecesine varan şiddet politikasını sürdürmüştür. O andan itibaren Ankara, Suriye üzerinde başta sanıldığı kadar nüfuzu olmadığını fark etmiş ve güney komşusuna karşı nasıl bir politika izleyeceği konusunda çeşitli seçenekleri değerlendirmeye başlamıştır.
Davutoğlu’nun son demeçlerinde belirttiği gibi, üç seçenek üzerinde durulmuştur: Birincisi Esad’dan yana bir tavır almak, onu sonuna kadar desteklemek... İkincisi, statükonun devamına razı olmak, olup