Türkiye’nin Ortadoğu’da nasıl algılandığı konusunda Türkiye Ekonomik ve Siyasal Etütler Vakfı TESEV’in 2009’dan beri düzenlediği kapsamlı kamuoyu araştırmasının bu yılki raporu, hem olumlu, hem olumsuz sinyaller veriyor.
İyi haber, Körfez’den Kuzey Afrika’ya kadar uzanan geniş coğrafyadaki 16 ülkede yapılan anketten çıkan sonucun, Türkiye’nin bölgede hâlâ başlıca aktör olarak ve bir rol modeli olarak görülmesidir.
Kötü haber ise, bölge insanlarının Türkiye’ye sempatilerinin ve desteğinin, geçmiş yıla göre, bir gerileme kaydetmesidir.
Kısacası, Türkiye günümüzde de bu bölgede seviliyor, sayılıyor. Ama açıkçası şimdiki imaj, geçen yılki veya daha önceki yılki kadar parlak değil.
Türk hükümet yetkililerinin ve kanaat önderlerinin, TESEV’in dün açıklanan 2012 Raporu’nu iyice etüt edip buradaki bulgulardan gereken sonuçları çıkarmalarında yarar vardır...
* * *
Bu gerilemenin nedenlerine geçmeden önce, Rapor’daki bazı önemli tespitlere bakalım:
Türkiye’yi kendileri için bir model veya ilham kaynağı sayan Arap Baharı aktivistleri, acaba önceki gün Ankara’daki Cumhuriyet kutlamalarında polisin halkı zorla dağıtma çabalarına ilişkin görüntüleri karşısında, ne hissettiler?
Arap sokaklarında özgürlük ve demokrasi için mücadele veren insanlar, TV ekranlarına akseden bu manzaraları izlerken, şaşırmış olsalar gerek. Herhalde bazıları da kendi kendilerine “bu mu Türk modeli” diye sormuşlardır...
Ne yazık ki bu olayda dünyaya yansıyan imaj, demokratik bir ülke ve bölgesel bir güç olarak Türkiye’nin performansına ve ününe uymuyor.
Ankara’daki bu tatsız olaya dış basının yakın ilgi göstermesi, bunun sadece çatışma içeren bir “sıcak haber” olmasından kaynaklanmıyor. Bunun asıl nedeni olayın daha geniş siyasal bir anlam taşımasıdır.
Türkiye “rol model”
Bir-iki örnek verelim.
İlan edildiği andan itibaren dört gün boyunca silahların hiç susmadığı bir “geçici ateşkes”...
Kurban Bayramı arifesinde Suriye’de Esad rejimi ile muhalif güçler arasında varılan anlaşmaya göre, en azından bu dört mübarek gün süresince kan dökülmeyeceği ümit edilmişti. Büyük acılar çeken Suriye halkının duaları da bu yöndeydi...
Kısa ateşkes anlaşmasını sağlayan uluslararası temsilci Ahdar el İbrahimi’nin beklentisi “cenazesiz bayram”dan sonra, tarafların silahları bırakıp masaya oturmayı deneyecekleri, yani bir “barışçı çözüm arama sürecinin” başlayacağı idi...
Bütün bu umutlar boşa çıktı. Geçen cuma günü yürürlüğe giren ateşkesin süresi dün akşam sona erdi, ama gerçekte bu zaman zarfında ateş hiç kesilmedi. Çatışmalar eskisi gibi devam etti, Şam başta olmak üzere şehirler karadan ve havadan bombalandı, dört günlük kanlı bilanço yüzlerce ölü ve yaralı ile kapandı...
Bu sözde ateşkes süresince hangi tarafın silahına ilk davrandığı, yani kimin bayram için verdiği sözü tutmadığı tartışma konusu. İki taraf da birbirini anlaşmayı ihlal etmekle suçluyor.
Ama siz sonuca bakın. Bu bayram silahların susması, yaraların sarılması ve geleceğin oturulup konuşulması için büyük bir
Öteden beri Suriye’deki iç çatışmaların, bu tür olaylara yatkın küçük komşusu Lübnan’a sıçraması olasılığından söz edilir.
Aslında Lübnanlılar Suriye krizinin başlamasından bu yana hep bu korku içinde yaşamışlardır.
Geçen hafta Lübnan İstihbarat Şefi Wisam Hasan’ın Beyrut’un göbeğinde bir suikasta kurban gitmesi, bu korkuları had safhaya çıkarmış bulunuyor. Bu saldırının ardından başkentte ve diğer bölgelerde cereyan eden kanlı olaylar, Lübnan’ın da Suriye gibi bir iç savaşa sürüklenme tehlikesini ortaya koyuyor.
General Hasan’a karşı girişilen suikast, bir süreden beri Lübnan’da “sessiz ve derinden” cereyan eden bir iç mücadeleyi yüzeye çıkardı. İstihbarat şefi, Suriye ile işbirliği yapan ve Lübnan’da bir şiddet kampanyası planlayan eski Enformasyon Bakanı’nı yakalatmış, bu olay Beyrut’ta Suriye’ye karşı öfke yaratmıştı.
Gen. Hasan’a karşı düzenlenen saldırı, şimdi Lübnan’da -ve Batı’da- Esad rejiminin bir tertibi sayılıyor. Bu olay 2005’te Başbakan Refik Hariri’nin öldürülmesine benzetiliyor ve bütün parmaklar bunun arkasında Şam’ı gösteriyor. Lübnan siyasetinin ünlü isimleri -Saad Hariri’den Walid Cumblat’a kadar- açıkça Suriye’yi suçluyor.
Amaç ne?
Başkan Barack Obama ile Cumhuriyetçi rakibi Mitt Romney’nin temel dış politika meseleleri üzerindeki pozisyonları -baştaki söylenenlerin aksine- pek farklı değil. Hatta bazı konularda iki adayın görüşleri bir hayli örtüşüyor denebilir...
Dün Türkiye saatiyle sabahın erken saatlerinde Florida’nın Boca Raton kentinde gerçekleşen üçüncü Obama-Romney karşılaşmasından çıkarabileceğimiz sonuç bu.
Seçim gününe iki hafta kala ABD dahil bütün dünyada anında izlenebilen bu son “münazara”da iki rakip, 90 dakika boyunca dış politika ve güvenlik meselelerini tartıştılar. Bunlar Obama’nın daha bilgili ve deneyimli olduğu, buna karşılık eski Massachusetts Valisi Romney’nin yeni öğrenmeye başladığı konular.
Bu bakımdan kamuoyu sondajlarından da anlaşıldığı gibi, Obama bu “raundu” rahatlıkla kazandı. (CNN’nin anketine göre skor 48-40)...
* * *
ABD’de dış politikanın seçim kazandırdığı veya kaybettirdiği çok az görülmüştür. Bu seferki seçimler de Amerikalıların “ekmek ve tereyağı” diye nitelendirdikleri ekonomik ve sosyal konular üzerinde odaklandı. Dolayısıyla dış politikanın tartışıldığı üçüncü raundun sonucu, oy sandığına fazla yansımayacak.
Bu karşılaşmanın önemli yanı, iki
Ankara’nın izlediği Suriye politikasını savunurken, öne sürülen argümanların gerçekçi ve tutarlı olmasına dikkat etmek lazım. Aksi halde, söylenenler pek inandırıcı olmaz...
Hükümet yetkililerinin her fırsatta dile getirdiği iki sav var. Bunlardan biri “Türkiye’nin hiçbir şekilde Suriye’nin iç işlerine müdahale etmek niyetinde olmadığı”dır.
Açık konuşmak gerekirse, hükümetin krizin başından beri izlediği politikanın “müdahaleci” bir nitelik taşıdığını kabul etmek gerek.
Bunun doğru bir politika olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Ama bugünkü iktidar Beşar Esad ve rejimini devirmeyi, Suriye stratejisinin esas hedefi olarak belirlemiş bulunuyor. Yani Türkiye buna angaje olmuş ve bu krizde taraf haline gelmiş durumda. Hem de sadece sözle değil, bu yönde aktif çaba harcayarak...
* * *
Nitekim hükümet Esad ile diyalogdan umudu kestikten sonra, çeşitli Suriyeli muhalif grupları bir araya getirmeyi ve Şam’daki rejime karşı Suriye dışında bir “Suriye Ulusal Konseyi”nin kurulmasına önayak oldu. Onun ardından, Suriye’den kaçan bazı üst rütbeli Suriyeli subayların da katılımıyla “Özgür Suriye Ordusu”nun oluşturulmasına ve ona gereken lojistik desteğin sağlanmasına aktif
Milliyet’in Dış Haberler Müdürü Pınar Ersoy’un dün “Newsweek” dergisinin kapanışı ile ilgili yazısında belirttiği gibi, bu olay yayıncılık tarihinde bir dönüm noktasıdır.
“Newsweek” okurlarına artık dergi olarak değil, sadece dijital ortamda ulaşacak. Hafta sonları rahatça oturup dergiyi okumak keyfi veya Türkiye dahil birçok ülkede meraklıların dergi koleksiyonunu ciltletip saklamak tutkusu böylece son buluyor.
Geçen yıla kadar 40 küsur yıl “Newsweek”in Türkiye muhabirliğini yapmış biri olarak şimdi arkada bu işbirliğine ilişkin birçok ilginç anı kalıyor. Bunlardan ikisini -taşıdığı anlam nedeniyle- burada paylaşmak istiyorum...
- 4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel 1966 yılında hastalandığı zaman, editörüm, vefatı halinde hemen kullanılacak bir özgeçmişini istedi. Yazıyı geçtikten sonra editörden bir not geldi: “Gürsel’in göbek adı ne?”. ABD’de çoğu insanın göbek adı olduğu için bizim titiz editör yazımdaki bu eksiklik üstünde durmuş. Araştırırken o zaman Milliyet’in Yazı İşleri Müdürü olan sevgili Hasan Pulur’un da yardımını istedim. Sonunda Gürsel’in göbek adının bulunmadığını tespit ettik. Editör de o zaman rahat etti!..
- 1974 Kıbrıs Harekatı’ndan sonra Başbakan
Suriye sorununun Türkiye için yarattığı sıkıntıların listesi uzun: Güvenlik açısından sınır sıcak bir çatışma bölgesi oldu. Gerginlik bir savaş tehlikesini de ortaya koymuş durumda. Türkiye Suriyeli silahlı muhaliflere sağladığı aktif destekle, bu krize angaje oldu...
Siyasi alanda Ankara’nın Beşar Esad’ın devrilmesine yönelik politikası Şam ile ipleri koparttı. Esad buna karşılık “PKK kartı”nı oynamaya başladı. Hükümetin izlediği politika Türkiye’yi Rusya ve İran’la karşı karşıya getirdi...
Ekonomik bakımdan Türkiye’nin Suriye krizi yüzünden uğradığı ticari kayıpların dışında, karşılaştığı mülteci sorununun maliyeti 300 milyon doları aştı. Yüz bin eşiğini geçen sığınmacı akınının devam etmesi, bu mali ve sosyal yükü giderek ağırlaştırıyor...
Bu olumsuzlukların bir kısmı, Türkiye’nin kontrolü dışında, Suriye krizinin yol açtığı sonuçlar. Ama bunda hükümetin Türkiye’yi bu sorunun bir parçası haline getiren politikasının da büyük payı olduğunu kabul etmek gerek.
“Çıkış stratejisi”
Daha önce de yazdığımız gibi, gelinen noktada artık bu politikada yeni bir ayar yapmak, diğer bir deyişle bir “çıkış stratejisi” uygulamak lazım.