AB Komisyonu’nun her yıl bu zamanlarda yayınladığı Türkiye ile ilgili “İlerleme Raporu”, hararetli tartışmalara konu olur.
Geniş kapsamlı ve titiz bir çalışmanın ürünü olan bu raporların amacı, AB ile katılım süreci içinde bulunan ülkelerin, topluluğun kriter ve standartlarına uyum sağlamada ne kadar ilerleme kaydettiklerini -veya edemediklerini- belirlemektir.
1998’den beri yayınlanan Türkiye ile ilgili İlerleme Raporları, her zaman Ankara’nın bu yöndeki çabaları ve performansı konusunda hem olumlu, hem de olumsuz tespitler ve değerlendirmeler içermiştir.
Önceki gün açıklanan bu yılki rapor da öyle. Ancak son 3-4 yılki raporlara göre, bu seferki belgede olumsuz gelişmelerin daha ağır bastığı görülüyor.
Yani rapordaki dille, “ilerleme” kaydedilmesi beklenen birçok alanda, bu beklenti gerçekleşmemiştir. Bunlar, ifade özgürlüğü başta olmak üzere Kopenhag kriterlerine uyması istenen temel demokratik hak ve özgürlükleri içeriyor. Ama buna karşılık rapor sivil otoritenin pekiştirilmesinden Anayasa çalışmalarına kadar, bazı siyasi alanlarda -ve özellikle ekonomide- yıl içinde kaydedilen ilerlemelere de vurgu yapıyor...
Bardağın iki tarafı
Her yıl İlerleme Raporu’nun yayınlanmasından sonra Türkiye’de birbirine zıt değerlendirmeler yapılmasına alıştık artık. Bu kez de istisna olmaması sürpriz değil.
Klasik deyişiyle toplumun bir kesimi bardağın boş tarafına, diğer kesimi de dolu kısmına bakıyor.
Ankara’daki resmi ağızlara göre bu seferki rapor objektif ve dengeli değil, Hükümet çevreleri raporda özellikle siyasi hak ve özgürlükler bölümünde yer alan değerlendirmeleri ve eleştirileri haksız buluyorlar, hatta bu ifadelerin Türkiye’deki “belirli ideolojik çevrelerin etkisiyle” yer aldığını iddia ediyorlar...
Oysa raporda bu bağlamda yazılanlar -özellikle hak ve özgürlükler alanındaki eksikler veya yetersizlikler- Türkiye’de de çok tartışılan ve toplumun önemli kesimi tarafından da sık sık eleştirilen hususlardır.
Hükümet yetkililerinin, kendi politikalarına uymayan rapordaki bazı eleştirel tespitlere bu şekilde karşı çıkması, bir bakıma demokratik anlayış ve hoşgörü alanında henüz yeterli bir “ilerleme” kaydedilmediğini göstermiyor mu?
Oysa yetkililerden beklene şey, bu raporda dile getirilen beklentilerin ciddiye alınması ve daha soğukkanlı biçimde incelenerek gerekli sonuçların çıkarılmasıdır.
Tabii ki Ankara’nın rapordaki bütün değerlendirmelerle mutabık kalması beklenmez. Bunlar da AB ile çeşitli düzeylerde sürdürülen temas ve görüşmelerde de ele alınıp tartışılabilir. Ama raporu “ciddiye alınmaya değmez” diye nitelendirip rafa kaldırmak doğru ve yararlı değil...
Esas yoldaki engel
AB’ye karşı esas yapılması gereken eleştiri, katılım sürecinin tıkanması karşısındaki aczidir. Asıl “ilerleme” olması gereken alan budur. Yani AB müzakere sürecindeki engelleri bir an önce kaldırmalıdır. Komisyon üyesi Stefan Füle de bu rapor vesilesiyle doğruyu söyledi, isim vermeden Kıbrıs ve Fransa’yı kastederek engellerin son bulması çağrısında bulundu.
Füle gibi komisyon üyeleri ve üst düzey bürokratlar Türk kamuoyunun giderek AB’den soğumasını, müzakere sürecinde artık hiçbir ilerlemenin olmamasının sebep olduğunu pekala biliyorlar. Ama iş sadece onlarla bitmiyor. Türkiye’nin üyeliğine karşı olan bazı üye ülke liderlerinin de tavır değiştirmesi gerekiyor.
Bunda ne zaman bir “ilerleme” göreceğiz?