Suriye krizinin başından beri bu sorunu uluslararası platforma taşımaya en çok uğraşan ülke Türkiye’dir.
Türk liderler her vesile ile uluslararası topluma meselenin çözümünde ortak bir tutum ve hareket için çağrılar yapmış, Türk diplomasisi müttefik devletlerden komşu ülkelere, BM’den NATO’ya kadar, her alanda girişimlerde bulunmuştur.
Bütün bu çabalara zaman zaman verilen destek açıkçası sadece lafta kalmış, sonuçta Ankara beklediğini sağlayamamıştır.
Bunun pek çok örneği var.
Beşar Esad ile diplomatik yollardan bir çözüm bulma şansı ortadan kalktığı andan itibaren, Türkiye ABD başta olmak üzere Batılı müttefikleriyle, ayrıca Arap dostları ile ortak bir cephe kurma gayreti içine girmiştir.
Bu konuda Obama yönetimi ile sıkı temas ve işbirliği kurulmuştur. Başbakan Erdoğan, ABD Başkanı ile, Dışişleri Bakanı Davutoğlu Amerikalı mevkidaşı Clinton ile yoğun istişarelerde bulunmuştur. Ankara ile Washington arasında Suriye konusunda tam bir uyum ve ortak anlayış sağlanabilmiştir. Nitekim resmi beyanlarda iki taraf da Esad’ın mutlaka gitmesi gerektiğini savunmuş ve bu amaçla izlenecek stratejiyi birlikte belirlemeye çalışmıştır.
Ancak daha geçen yıl, Erdoğan hükümeti Esad’ı devirmeye yönelik aktif girişimler üzerinde dururken, Obama yönetiminin buna desteğini daha sınırlı tuttuğu ve fazla öne çıkmamaya gayret ettiği görüldü.
Öne çıkan kim?
Türkiye’de kimi çevrelerin “bizi bu işe ABD itti” şeklindeki görüşüne rağmen, gerçek şu ki bu meselede AK Parti iktidarı bölgedeki rolüne ve etkinliğine güvenerek bizzat öne çıktı ve diğer dost ülkelerin aktif desteğini sağlamaya çalıştı. Obama yönetimi başta bu desteği, “cesaretlendirici jestlerle” verdi, örneğin Türkiye’nin Suriye muhalefetini organize etmesine arka çıktı. Suudi Arabistan ve Katar gibi bazı Arap ülkeleri de bu çabalarda Türkiye’nin yanında yer aldı.
Ama çok geçmeden Türkiye bu strateji sonucunda ortaya çıkan sorunlar karşısında beklediği desteği tam olarak bulamadı. Türkiye’ye Suriyeli mülteci akını büyük boyutlar almaya başladığında, Türk liderlerin uluslararası camiaya yaptığı çağrılar dışında, Davutoğlu’nun New York’a gidip BM Güvenlik Konseyi’nde harcadığı çabalar sonuçsuz kaldı. Bugün Türkiye bu yükü hâlâ kendi başına taşıyor...
Lafta kalan destek
Türkiye’nin gerek sığınmacılar problemi, gerekse sınır güvenliği sorunu nedeniyle ortaya attığı “tampon bölgesi” fikri de başta kabul görür gibi göründüyse de, sonuçta bunun gerçekleşmesi yönünde herhangi bir adım atılamadı.
Güvenlik Konseyi’nde Esad’a karşı sayılan her inisiyatifi veto eden Rusya ve Çin nezdinde Türk diplomasisinin yaptığı girişimler de bir sonuç vermedi. Ankara sık sık bu iki devletle olduğu gibi Esad’ın hamisi İran ile de karşı karşıya geldi.
Suriye ile son sınır olaylarında da Türkiye aynı durumla karşılaştı: Güvenlik Konseyi Akçakale olayını kınadı, NATO Türkiye’ye desteğini ifade etti, ABD ve Batılı müttefikler Türkiye’nin yanında yer aldı (Rusya, İran bu kadarını dahi yapmadı); ama genelde hepsi de bu işin daha da büyümemesi için “itidal” tavsiye etti...
Hesap hatası
Belli ki Batılı müttefikler dahil, uluslararası toplum Türkiye ile Suriye arasında bir savaş (veya Türkiye’nin bir askeri müdahalesini) istemiyor. NATO da kendisini böyle bir çatışmanın içine çekebilecek bir riski göze alamıyor. Arap ülkelerinden ise pek ses çıkmıyor. Suudi Arabistan ve Katar (ABD’nin baskısıyla) Suriyeli direnişçilere ağır silah vermekten bile vazgeçmiş durumda.
Kısacası bugün gelinen noktada Türkiye’nin Suriye ile sürtüşmesinde -sözlü desteğin ve sempatinin dışında- yalnız kaldığı bir gerçek. Bu konuda sadece başkalarını suçlamanın veya eleştirmenin bir yararı yoktur. Demek ki hükümet Suriye konusunda atacağı adımları planlarken, dostları dahil, uluslararası toplumun olası tepki ve davranışını iyi hesaplamadı.
Ankara’nın bu gerçeklere göre politikasında gereken ayarlamaları yapması için vakit geçmiş değildir...