Suriye topçusunun ve uçaklarının Türk sınırına çok yakın bölgelerdeki operasyonlarında görülen tırmanma, Ankara’yı ciddi bir müdahaleye girişmeye sevk edebilecek boyutlar aldı.
Bu provokatif saldırılar böyle devam ederse, Türkiye herhalde önceki gün yaptığı gibi sadece olayı NATO’ya ve BM’ye bildirmek ve Esad’a sözlü bir protesto çekmekle yetinmeyecek ve askeri bir karşılık vermek zorunluğunu duyacaktır.
Suriye ordusunun “kuzey cephesi”nde Türkiye’yi tahrik eden saldırılarının sürdüğü bir sırada, “güney cephesi”nde de İsrail’in misillemelerine yol açan operasyonlara girişmesi, düşündürücü bir rastlantı.
Bu da Beşar Esad’ın iç savaşla baş edemediği bir ortamda, şimdi dışa karşı -hem de iki cephede birden- hangi amaçla bir çatışmayı göze aldığı sorusunu gündeme getiriyor.
Kazaen mi?..
Bunun birbirinden farklı iki yanıtı var.
New York Times gazetesinin ünlü yazarı Thomas Friedman, arkadaşımız Pınar Ersoy’a verdiği röportajda, yakında Türkiye’ye gelip Suriye ile ilgili bazı soruların yanıtlarını arayacağını söyledi.
Aslında bu sorular pek çok kimsenin aklını kurcalıyor. Nitekim bir süredir bunlar Türkiye’de de tartışma konusu.
Amerikalı meslektaşımın ortaya koyduğu üç temel soruya verilecek yanıtlar, Türk hükümetinin son zamanlarda izlediği Suriye politikasının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağı düşüncesiyle, bunlar üzerindeki kişisel görüşlerimi sunuyorum.
Acele mi edildi?
Friedman birinci soruyu şu şekilde soruyor: “Türkler acaba geriye baktıklarında, Suriye’ye karşı tavırlarını fazla erken değiştirdiklerini, kendi arabulucu rollerini fazla erken zayıflattıklarını düşünüyor olabilirler mi?”
Önce Türkiye’nin Suriye politikasını ne zaman ve hangi şartlar altında değiştirdiğini hatırlayalım.
Suriye Başkanı Beşar Esad’ın Rus televizyonu aracılığıyla dünyaya meydan okuduğu ve savaşı ölünceye kadar sürdürmeye kararlı olduğunu açıkladığı bir sırada, gözler, uluslararası camianın umut bağladığı Suriye muhalefetinin yeni bir inisiyatifine çevrildi.
Katar’ın başkenti Doha’da toplanan çeşitli Suriyeli muhalif gruplar, hafta boyunca yeniden yapılanmanın ve Esad rejimini devirmeye muktedir birleşik bir güç oluşturmanın yollarını aradılar.
Aslında Suriye dışında faaliyet gösteren ve merkezi Türkiye’de kurulan bir muhalefet örgütü vardı. Ancak “Suriye Ulusal Konseyi” (SUK) adlı bu örgüt gerçek anlamda tüm Suriyeli muhalifleri temsil edemedi ve etkili de olamadı.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, tam seçimler arifesinde, beklenmedik bir çıkış yaparak SUK’un daha çok Suriye dışındaki muhaliflerden oluştuğunu söyledi ve onun yerine Suriye’deki çeşitli eğilimli muhalifleri de içine alacak yeni bir örgütlenmeye gidilmesini istedi. Bu açıklamanın peşinden Katar devreye girdi ve yeni bir muhalefet örgütü kurmaya yönelik “Suriye Ulusal Girişimi”ni başlattı.
Ankara şaşırdı
Açıkçası şimdiye kadar SUK’un arkasında duran Ankara için bu çıkış bir sürpriz oldu. ABD’nin bu
ABD’deki seçimlerde dış politika çok az tartışıldı, özellikle iki adayın eyaletlerdeki kampanyalarında neredeyse hiç gündeme gelmedi.
Amerikalıların dış meselelere bu ilgisizliğine karşılık dünyanın gözleri seçim boyunca ABD’nin üstündeydi. Bizde olduğu gibi pek çok ülkede insanlar, seçim gecesi gelişmeleri sanki kendi seçimleri imiş gibi, heyecanla izlediler.
Tabii bu büyük ilginin bir nedeni de, yeni dönemde ABD’nin dış politikasının nasıl olacağına dair duyulan meraktır. Açıkçası çoğu ülkede (sadece Batı’da değil, Doğu’da da) kamuoyunun tercihi Barack Obama idi. Nitekim onun kazanması bütün dünyada bir sevinç ve rahatlama yarattı...
Kuşkusuz şimdi Obama’nın ajandasının başında ekonomik ve mali meseleler yer alıyor. Ama Amerikan halkı fazla ilgilenmese de, Washington’daki yeni yönetim, birtakım dış sorunları da hızla gündeme almak zorunda kalacak.
Bunların çoğu da Ortadoğu ile ilgili.
* * *
Türkiye’yi de çok yakından ilgilendiren ve Türk-Amerikan ilişkilerini de etkileyebilecek olan belli başlı sorunlarda ne gibi gelişmeler olabileceğine kısaca bakalım:
Demokrat Parti’nin adayı olarak Barack Obama 2008 başkanlık seçimlerini “Değişim” (Change) sloganını kampanya süresince kullanarak kazanmıştı.
Aslında Obama’nın, ABD tarihinde ilk zenci başkan olarak seçilmiş olması dahi, toplumsal değişimin bir işareti sanılmıştı...
Şimdi Barack Obama’nın Cumhuriyetçi rakibi Mitt Romney’yi kıran kırana bir mücadeleden sonra yenerek ikinci kez başkan seçilmesi, Amerikan toplumundaki değişimin yeni bir yansıması olarak görünüyor.
Diğer bir deyişle, Obama şimdi “değişen Amerika”nın bir simgesi oluyor...
Nasıl kazandı?
Obama’nın son dakikaya kadar kampanyada ve oy kullanma sürecinde başa baş gittiği Romney karşısında kazandığı zaferin analizi, Amerikan toplumundaki önemli bir dönüşümü ortaya koyuyor.
Siz bu yazıyı okurken, ABD’de kimin Başkan seçildiğini öğrenmiş olacaksınız.
ABD ile aramızdaki büyük saat farkı nedeniyle, sandıkların kapanması ve oy sayımının tamamlanması, bizim saatle sabahın erken saatlerine sarkıyor.
Yazılı basında yorumcuların bu bakımdan bir sıkıntısı var. Biz seçim sonucunun analizini ancak yarınki gazetede yapabileceğiz.
Rakip iki Başkan adayının başa baş gittiği ve tahminlerde yanılma riskinin yüksek olduğu hallerde, bu sadece yorumcular için değil, olay yerindeki muhabirler ve yazı işlerindeki editörler için de çok büyük bir sıkıntı oluyor...
* * *
Obama-Romney yarışı da ABD’de yakın tarihte final noktasında dahi kesin sonucun öngörülemediği seçimlerden biri...
Ben bu sıkıntıyı 1968 seçimlerini izlerken yaşamıştım.
Riskli bir soru bu, biliyorum. Bu kez ABD’deki başkanlık seçimlerinin sonucunu -seçmenlerin sandık başına gittikleri şu sırada bile- kestirmek çok güç.
Ama “kim kazanacak, Obama mı, Romney mi?” sorusuna ille de cevap vermem gerekiyorsa, ben Barack Obama için bahse girmeyi kabul ederim.
Bunun nedeni sadece Obama’nın kişiliğine ve görüşlerine duyduğum sempati değil.
Bir seçimin olası sonucu hakkında bahse girerken, daha objektif verilere dayanmak gerek.
Obama’nın bu zor mücadeleden galip çıkma şansının rakibi -Mitt Romney’e göre- daha yüksek olduğu izlenimini veren birkaç faktör var.
Bunlardan biri, yapılan son nabız yoklamalarıdır. Nitekim son 48 saat içinde düzenlenen anketler, azıcık bir farkla da olsa, Obama’ya toplam seçmen oyu bazında, daha çok şans tanıyor.
İngiliz “The Economist” dergisi dünkü sayısında Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin Ankara’ya bir petrol boru hattı bağlantısı önerisinde bulunduğunu bildirdi.
Dergiye göre özerk Kürt Yönetimi bölgenin zengin petrol kaynaklarına sahip çıktı ve yabancı dev petrol şirketlerinin katkısıyla üretimi günde 200 bin varil ihraç edebilecek seviyeye çıkardı.
Şimdi Kürt yöneticileri, merkezi Bağdat hükümetinin kontrolü dışında, tamamen kendilerine ait olacak bir boru hattı inşa etmek istiyorlar. Bu boru hattı Türkiye’ye bağlandığı takdirde, Irak Kürdistan’ı dış piyasalara açılacak ve Petrol Bakanı A. Havrami’ye göre ileride günde bir milyon varil petrol ihraç edebilecek.
“The Economist” bazı Türk yetkililerinin bu projeye, sağlayacağı ekonomik kazanımlar nedeniyle, sıcak baktığını yazıyor. Ancak dergiye göre Başbakan Erdoğan’ın -Irak merkezi hükümetine karşı tutumuna rağmen- bu yönde bir adım atması zor görünüyor.
Ne var ki sonuçta enerji ile ilgili çevrelerin dikkatini çeken yeni bir boru hattı projesi daha gündeme getirilmiş bulunuyor. Diğer birçok proje gibi, gerçekleşir veya gerçekleşmez, onu zaman gösterecek...
Ekonomik çıkar