Mısır’da Mübarek rejiminin devrilmesinden on ay sonra, geçen ocakta yapılan ilk demokratik seçimlerde Muhammed Mursi Cumhurbaşkanı seçildiği zaman, yetkileri oldukça sınırlıydı.
O günlerde siyasal güç, Mısır Devrimi’nden sonra yönetime gelen bir askeri konseyin elindeydi. Mareşal Tantawi’nin yönetimindeki bu konsey, ülkenin yasama, yürütme ve idari işlerinin sorumluluğunu üstlenmişti.
Müslüman Kardeşler’den gelen Muhammed Mursi Cumhurbaşkanı seçildiğinde, Askeri Konsey onun yetkilerini iyice kıstı. O andan itibaren Mursi, başkanlık yetkilerini -ve gücünü- askerin elinden almak için ustaca bir mücadele verdi. Geçen ağustosta Mareşal Tantawi dahil, üst düzey komutanları görevlerinden uzaklaştırmayı başardı, yani orduya karşı bir siyasi darbe gerçekleştirdi. Bunun sonunda istediği geniş yasama ve yürütme yetkilerine kavuşmuş oldu.
Mursi içeride siyasal gücünü pekiştirirken, dış politikada bir bölgesel aktör olarak ortaya çıktı ve dengeli politikaları sayesinde Gazze’de ateşkes anlaşmasını sağladı.
Yargıya darbe
İlginçtir, Kahire’de bu anlaşmanın imzalandığı gün, Mursi içeride yeni bir siyasi darbe daha gerçekleştirdi. Bu kez hedef yargı oldu.
Ortadoğu karmaşasında bir bu eksikti! Suriye’de iç savaş devam ederken, Gazze’de İsrail saldırıları henüz durmuşken, Arap dünyasında -yer yer ve bu arada Ürdün’de- siyasal çalkantılar meydana gelirken, şimdi bir de Irak’ta etnik çatışmaların çıkması tehlikesi belirdi.
Irak’ın kuzey bölgesi her an patlamaya hazır. Irak merkezi hükümetine bağlı “Dicle Operasyon Gücü”ne mensup askeri birlikler ile K. Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin emrindeki peşmergeler, elleri tetikte, karşı karşıya gelmiş bulunuyorlar...
İki taraf arasında Selahattin bölgesinde yer alan ve 12 Iraklı askerin ölümüne yol açan sıcak çatışmaların ardından tanklar ve ağır silahlarla yapılan yığınak ve karşılıklı kışkırtıcı söz düellosu, bu gerilimin ciddi bir iç savaşa dönüşmesi riskini yaratıyor.
Mantıken, iki tarafın böyle bir savaşa girişmesi, bir çılgınlık olur. Ama bu gerilim zamanında bertaraf edilmezse, bunun nerelere götüreceği belli olmayan vahim sonuçlara yol açması kaçınılmaz.
Tehlike çanları
Bu durum özellikle Türkiye için çok tehlikeli. Olay, Türkiye’nin Bağdat ile ilişkilerinin gergin olduğu ve maalesef Türk diplomasisinin de Irak’taki bu gerilimi yatıştıracak durumda olmadığı bir zamana
Türkiye Ortadoğu’daki son olaylarda, arzuladığı ve iddia ettiği gibi, başrolü oynayabildi mi?
Gazze ve Suriye olaylarının ışığında bu soruya olumlu yanıt vermek zor.
Türkiye’nin her iki olayda da çok aktif politikalar izlediği, uluslararası platformda varlığını hissettirdiği ve sesini duyurduğu açık.
Ama “oyun kuran” bir bölgesel süper güç iddiası ile yola çıkan Türkiye’ye, saydığımız bu iki olayda daha çok bir “yardımcı rol”ün düştüğünü kabul etmek lazım.
Bu rolü ve katkıyı küçük görmeye veya bu yüzden eziklik duymaya gerek yok. Ancak büyük iddialarla ortaya çıkanların, kendilerinin talip olduğu rollerin başkaları tarafından üstlenilmesinin nedenlerini iyice araştırması gerekir...
* * *
Gazze olaylarında ateşkesin sağlanması sürecinde Mısır’ın birdenbire öne çıkması ve bir anlaşmanın sağlanmasında başrolü oynaması çok kişiyi şaşırttı. Mısır’da Hamas’a yakınlığı ile tanınan Müslüman Kardeşler hâkim. Devrimden sonra iktidara gelen Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi uluslararası platformda az tanınan yeni bir sima. İsrail ve ABD karşısındaki tutumu da Gazze olaylarına kadar meçhuldü...
İsrail ile Hamas arasında havadan yürütülen 8 günlük Gazze savaşının ateşkes anlaşmasıyla noktalanmasının ardından, şimdi iki taraf da kendilerini bu kanlı raundun galibi sayıyor.
Gerek Hamas, gerekse İsrail liderlerinin, çatışmaların bilançosunu çıkarırken, olayın dramatik insancıl tarafını bir yana bırakıp daha çok askeri ve siyasal kazanımları üzerinde durmalarına şaşmamalı. Tarih boyunca savaşlardan sonra hep böyle yapılmadı mı?
İki tarafın bu çatışmadaki kazanımlar listesine neleri kaydettiklerine bakalım:
- İsrail’in Gazze’ye karşı saldırısının başlıca amacı, kendisine karşı büyük bir tehdit olarak gördüğü roket bataryalarını ve askeri tesisleri imha etmekti. Çok yoğun hava bombardımanı ile bu hedefe geniş ölçüde ulaşıldı. Sonuçta Hamas elindeki silahların ve personelin önemli bir kısmını kaybetti.
Buna ilaveten gene askeri alanda İsrail geliştirdiği “Demir Kubbe” füzesavar sisteminin başarısını (özellikle Telaviv ve Kudüs bölgelerini de koruyarak) tescil etti...
Siyasi alanda ise Başbakan Netanyahu seçimlere iki ay kala, İsrail halkının önemli bir kesiminin desteğini sağladığı gibi, ABD seçimlerinden yeni çıkan Başkan Obama’yı (ve Batı’yı) da yanına almayı
İlk bakışta Ankara ile Washington arasında Gazze krizinde -Suriye, Irak ve İran meselelerinde olduğu gibi- yoğun bir istişare ve işbirliği var.
Gazze sorununda öncelikli amaç, ateşkesin bir an önce sağlanmasıdır. Başkan Obama bu konuda Başbakan Erdoğan ile telefonla görüşüp, özellikle Hamas nezdindeki nüfuzunu kullanması için katkılarını istedi. Tıpkı Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’yi arayıp onun arabulucu olarak devreye girmesini istediği gibi...
Başbakan ekibi ile birlikte diplomatik girişimleri başlatmakta gecikmedi.
Ancak ortak amaca yönelik bu işbirliğinin gerisinde Erdoğan hükümeti ile Obama yönetimi arasında derin bazı görüş ayrılıklarının bulunduğu açıkça ortaya çıktı. Bunun için iki liderin konu ile ilgili son demeçlerine bakmak yeterli.
Zıt tutumlar
Başbakan bu demeçlerinin birinde İsrail’in Gazze’den fırlatılan füzelere karşı öz savunma hakkından bahseden Obama’nın adını vermeden bu görüşe sert bir karşılık veriyor ve “bu nasıl adalet” diye ekliyor.
Herkes Gazze’deki ateşkesin bir an önce sağlanmasını istiyor. Pek çok ülkenin lideri bu amaçla iki tarafa da çağrıda bulunuyor. Bazısı da daha aktif olarak devreye girmeye çalışıyor...
Ama şu ana kadar bütün bu söylenenler ve harcanan çabalar boşa gitmiş durumda.
O halde bu ateş kimin tarafından ve nasıl kesilecek?
Sahnede birçok aktör var. Fransız, Alman dışişleri bakanları bölgede. BM Genel Sekreteri de bugün kervana katılıyor. Arap Birliği ise -Türkiye’nin de katılımıyla- dışişleri bakanlarını Gazze’ye gönderiyor. ABD perde arkasında nüfuzunu kullanarak, Rusya ve Çin de dilek ve tavsiyelerini dile getirerek katkıda bulunmaya çalışıyorlar...
Uluslararası topluluğun içinde gerçek bir arabulucu olarak devreye giren ve bu misyonu belki de en iyi başarabilecek olan ülke Mısır.
Mısırlı yetkililerin aracılığıyla İsrail ve Hamas temsilcileri, halen Kahire’de dolaylı ateşkes pazarlığını yoğun bir şekilde sürdürüyorlar.
Gazze’yi saran ateş daha da kızışmadan ve yayılmadan yatıştırılıp söndürülebilecek mi? Yoksa dört yıl önceki felaket bir daha mı yaşanacak?
Şu anda birinci şık için umutlar Mısır’a bağlanmış durumda. Eğer dün devreye giren Mısır diplomasisi Hamas ile İsrail arasında bir ateşkes sağlayabilirse, çatışmanın daha da büyümesi tehlikesi bir nebze atlatılmış olacak.
Bir nebze diyoruz, çünkü sağlanacak ateşkesin kalıcı olması lazım. Oysa son haftalarda da, daha küçük çaptaki saldırılardan sonra varılan ateşkes anlaşmalarının çok kısa ömürlü olduğu görüldü.
Şimdi, gözler ABD’nin telkini ile arabuluculuk misyonunu üstlenen Mısır’a çevrilmiş bulunuyor. Kahire’deki yeni yönetimin bu işi yapabilecek durumda olduğu düşünülüyor. Müslüman Kardeşler tabanına dayanan Mursi yönetiminin Hamas nezdinde güveni ve itibarı var. Son olayda İsrail’i suçlamakla beraber, Kahire’nin İsrail ile diplomatik ilişkileri ve diyalogu da devam ediyor.
Burada bir parantez açarak, ABD’nin Gazze’de ateşkesin sağlanması için sadece Mısır’a değil, Türkiye’ye de başvurduğunu hatırlatalım. Mısır arabuluculuğu üstlendi. Türkiye’nin ise İsrail ile diplomatik ilişkileri ve diyalogu kesik. Ancak Başbakan Yardımcısı
Tartışmayı bu kez Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’den çok uzaklardan, Bali adasındaki bir konuşmasıyla başlattı...
Konu, 10 yıl önce noktalandığını sandığımız idam cezası meselesi ile ilgili.
Erdoğan, “Demokrasi Forumu”ndaki sunumunda, insan haklarından söz ederken, Norveç’te 77 kişiyi öldüren çılgın katil Anders Breivik’in sadece 21 yıl hapse mahkum edilmesine şiddetle karşı çıktı ve onun ölümü hak ettiğini ima ederek, ABD, Japonya ve Çin’de idam cezasının hala uygulandığını hatırlattı. Sözlerini “demek ki idam cezası için bir haklılık sebebi var” diye tamamladı...
Başbakan bu çarpıcı konuşmasının ardından Türkiye’ye döndüğünde konuyu canlı tuttu ve yeni demeçleriyle kendi kişisel eğiliminin ölüm cezasına geri dönülmesi lehinde olduğunu ortaya koydu.
Ya AB, ya idam...
Tartışma Türkiye’de siyasi liderlerin açıklamaları ile hareketlenirken, Avrupa Birliği’nden, Avrupa Konseyi’nden ve Avrupa Parlamentosu’ndan sert tepkiler gelmeye başladı.