Olay sevindirici; ama şimdiden beklentileri fazla yüksek tutmamalı... Ankara’da hafta başında, AB’nin Türkiye’ye uyguladığı vize zorunluluğunu kaldıracak anlaşmanın -yıllarca süren görüşmelerden sonra- nihayet imzalanması, önemli bir gelişme.
Ancak Başbakan Erdoğan ve birçok hükümet mensubunun hazır bulunduğu törende gerçekleşen “Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakatı”, Türk vatandaşlarına hemen serbestçe “ver elini Avrupa” dedirtecek bir belge değil.
Mutabakat başlığının da belirttiği gibi, bu bir diyalogun veya bir görüşme sürecinin başlangıcını öngörüyor. Üç, üç buçuk yıl sürecek olan bir süreç. Bunun da “ucu açık”: Yani otomatik olarak yürürlüğe girme garantisi yok. Türkiye’nin bazı şartları yerine getirmesi gerek. Ancak o zaman AB Konseyi durumu değerlendirip kararını verecek. Tek iyi tarafı, kararın oy çokluğu ile verilecek olması. Yani bu olayda hiçbir AB üyesi vetosunu kullanamayacak.
Schengen kâbusu
Türk vatandaşlarının bu uzunca sürecin sonunda gerçekten “Schengen kâbusu”ndan kurtulması, Ankara’daki törende imzalanan ikinci bir anlaşmanın harfiyen uygulanmasına bağlı. O da “Geri Kabul Anlaşması” başlığını taşıyor.
Bu anlaşmaya göre, Türkiye kendi
1970’lerin başı, Çin’de Mao’nun “Kültür Devrimi”nin en katı şekliyle hâkim olduğu ve kendi komünist ideolojisi modelini hayata geçirmek için kabuğuna çekildiği bir dönemdir.
1973’te ilk Türk gazetecisi olarak Çin’e gittiğimde, o zaman çok az bilinen bu “kapalı” ülkede olup bitenleri öğrenmeye çalışırken, sıra dışı, hatta garip görünen durumlarla karşılaşmıştım.
Örneğin, Beijing’de üniversite öğrencileriyle konuşurken, genç bir kıza -o yıllarda büyük heyecanla sözü edilen- “ilk kez bir insanın Ay’a ayak basması” hakkındaki görüşünü sordum. Yüzüme hayretle baktı, soruyu anlamadığını söyledi. Bu kez astronot Neil Armstrong’un Ay’a inişi olayını biraz daha açarak soruyu tekrarladım. Genç kız gülümsedi ve bana “Siz şakacı bir insan olmalısınız” dedi!
İlk insanın Ay’a gidişinden bir hayli sonra, Çin halkının bu tarihi olaydan haberi yoktu. Çünkü parti kontrolündeki Çin medyası bu haberi hiç vermemişti.
O zaman resmi Şinhua Ajansı’nın bir müdürü ile görüşürken, bu habere neden sansür uyguladığını sordum. Yanıtı şuydu: “Biz halkımızın yararına olan haberleri veririz. Sözünü ettiğiniz haberin böyle bir değeri yoktur“...
Nereden nereye...
Bundan tam üç yıl önce, 17 Aralık günü, Tunus’un Sidi Buzid kasabasında, Muhammed Buaziz adında bir üniversiteli, kent meydanında kendini ateşe vererek can vermişti.
Genç adam hayatını kazanmak için seyyar satıcılık yapıyordu. Ama belediye zabıtası ona mani olmaya kalkışınca, biriken öfkesi ve umutsuzluğu onu, o trajik ölüme itti.
Bu, münferit bir olay olarak kapanmadı. Bu kez 26 yıllık otokratik Bin Ali rejimi, halkın çeşitli kesimlerinin hedefi oldu. Ayaklanma ülke çapında yayıldı ve sonunda rejim yıkıldı.
Tunus’taki bu devrimin kıvılcımları, kısa zamanda diğer Arap ülkelerine sıçradı. Benzer ayaklanmalar Mısır’da, Libya’da Suriye’de, Yemen’de, Bahreyn’de cereyan etti. “Arap Baharı” adı verilen halk hareketi, bütün Arap coğrafyasına yayıldı...
Ne var ki bu ülkelerin çoğunda Arap Baharı fırtınalara dönüştü ve demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet gibi değerleri kapsayan beklentileri suya düşürdü...
Nereye gidiyor?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ermenistanlı mevkidaşı Eduard Nalbantyan ile önceki gün Erivan’da yaptığı görüşmenin mütevazı bir amacı vardı: Dört yıldan beri donmuş olan ilişkilerdeki buzları eritmek ve iki hükümet arasında yeni bir diyalog sürecini başlatmak...
İki bakan arasındaki 2 saatlik görüşmenin en azından bunu sağladığı anlaşılıyor. Davutoğlu’nun bu buluşmadan sonra dediği gibi, “bir seferde sorunların çözümlenmesi” zaten beklenemezdi. “Ama konuşmadan, diyalog olmadan da meseleleri çözmek mümkün değil”...
Aslında bu görüşmenin Ermenistan başkentinde gerçekleşmesi dahi, olumlu bir gelişme. İki tarafın da Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) örgütünün yıllık toplantısının Erivan’da yapılmasını fırsat bilip bir araya gelmek istemeleri, diyalogu yeniden başlatmak konusundaki iradelerini ortaya koydu.
Bunun gerçekleşmesi için Davutoğlu’nun inisiyatifi ele aldığı ve bu amaçla sessiz bir diplomasi yürüttüğü biliniyor.
İnce ayar
Aslında bu inisiyatif Ankara’nın Ermenistan politikasında yaptığı bir “ince ayar”ın sonucudur.
Önceki gün “Suriye’deki Yeni Cephe” başlıklı yazımızda Esad rejimini devirmek üzere kurulan Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) ülkenin kuzeyinde El Kaide bağlantılı radikal İslamcı gruplarla çatışmak zorunda kaldığını ve bu yeni cephede zemin kaybetmekte olduğunu belirtmiştik.
Son haberler bölgedeki savaş alanının daha da genişlediğini ve mevcutlara bir yeni cephenin daha eklendiğini gösteriyor.
Bu kez, ÖSO’dan ayrılarak İslam Cephesi adı altında faaliyete geçen ve 7 radikal gruptan oluşan birlikler, Suriye’de bir “İslam Devleti” kurmak amacıyla, yeni bir cephe açmış bulunuyorlar.
Bu birliklerin ilk zaferi, önceki gün Türk sınırına yakın Bab-el Hava mevkiindeki ÖSO karargâhını ve içinde Amerikan ve İngiliz askeri teçhizatı bulunan depoları ele geçirmesi oldu.
Böylece Esad’ı devirmek amacıyla ÖSO’ya yapılan askeri yardım, yanlış ellere düşmüş oldu. Olay, Batı’nın -ve Türkiye’nin- desteklediği muhalefet güçleri için ağır bir darbe oluşturuyor.
ÖSO’ya çifte darbe
Bizde dışarıda olduğu kadar yankılanmadı, ama Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) komutanı General Selim İdris’in geçen hafta -hem de İstanbul’da- yaptığı açıklama Suriye’deki iç savaşta fiilen yeni bir cephenin oluştuğunu doğruluyor.
Türkiye’nin aktif desteğiyle kurulan ÖSO’nun komutanına göre, Suriye’de son 6 ay içinde kendi birlikleriyle, Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ve El Nusra Cephesi başta olmak üzere, El Kaide’ye bağlı cihatçı gruplar arasında en az 24 yerde kanlı çatışmalar oldu.
Esas görevi Beşar Esad’ı devirmek olan muhalif güçler, özellikle ülkenin kuzey bölgesini kendi hâkimiyetleri altına almak isteyen cihatçılarla giderek karşı karşıya geliyorlar.
Son zamanlarda El Kaide’ci grupların bir hayli zemin kazandıkları biliniyor. İşte General İdris’in yaptığı açıklama bu durumun muhalif güçler tarafından ülke için büyük bir tehdit olarak görüldüğünü gösteriyor. O kadar ki, komutan bu açıklamasında, Esad’ın devrilmesinden sonra, Özgür Suriye Ordusu’nun “rejimin birlikleriyle” El Kaide’cilere karşı savaşmaya hazır olduğunu ilan etti...
Irak, Libya gibi mi?
Bu muhalefetin de artık El Kaide’ci grupların Suriye’deki varlığına ve faaliyetine son vermeye kararlı olduğunu
Hayat hikâyesini herkes biliyor: Genç iken isyancı, özgürlük savaşçısı, yasalara göre terörist idi. Giriştiği eylemlerden ötürü yargılanıp müebbet hapse mahkum edilmiş ve bir adaya sürülmüştü... Hapisteki 27. yılında bir affa mazhar oldu. Düşmanları ile müzakere masasına oturdu... O andan itibaren kendisi artık bir barış adamı idi. Bu kez muhatapları ile anlaşacak, siyaset sahnesine çıkacak, 75 yaşında iken devlet başkanı seçilecekti. Beş yılık dönemini tamamladıktan sonra siyasetten çekilip başkalarına güçlü bir miras bırakacaktı... Ve sonunda dolu dolu geçen hayatına 95 yaşında veda edecekti...
Tarih Nelson Mandela’yı kuşkusuz 20. yüzyılın en önemli ve etkin liderlerinden biri olarak kaydedecek. Ülkesindeki popüler lakabıyla Modiba sadece Güney Afrika Cumhuriyeti’nin veya Kara Afrika’nın güçlü bir önderi değil, bir dünya lideri idi...
Beyaz-siyah uyumu
Mandela’nın devlet başkanlığı koltuğuna oturmasından kısa bir süre sonra bir röportaj dizisi için Güney Afrika’ya gittiğimizde, gerek siyasi çevrelerde, gerekse halk arasında endişe ile sorulan iki soru vardı: Birincisi, ırk ayrımcılığına (Apartheid) son veren ve beyazlarla siyahlar arasında eşitlik ve uyum sağlamaya
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı TESEV‘in “Ortadoğu’da Türkiye algısı” ile ilgili raporunun ardından, Kadir Has Üniversitesi’nin “Türk dış politikasının kamuoyu algıları” üzerindeki araştırmasının sonuçları açıklandı.
Bu iki rapor birbirini tamamlıyor. Hükümet yetkilileri başta olmak üzere ilgili çevreler için bu iki çalışma, iyice değerlendirmeleri gereken yararlı veriler sunuyor.
Önceki günkü yazımızda belirttiğimiz gibi, TESEV’in 16 Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesindeki son kamuoyu araştırmasından çıkan sonuç, Türkiye’nin bölgedeki etkinliğinin ve popülaritesinin -son 2-3 yıla nazaran- bir gerileme kaydettiğidir.
Kadir Has Üniversitesi’nin Türkiye’deki 26 ilde yaptığı kamuoyu araştırması da, hükümetin izlediği dış politikaya desteğin bir azalma eğilimi gösterdiğini ortaya koyuyor.
Nitekim Türk dış politikasının ne kadar başarılı olduğu sorusuna verilen yanıt yüzde 25’ten ibaret. Oysa bu oran 2011’de yüzde 35, geçen yıl da yüzde 34 idi. Buna karşılık Türk dış politikasına başarısız diyenlerin oranı yüzde 36’ya çıkmış bulunuyor.
İki önemli faktör