ABD’de 1998’de Başkan Bill Clinton ile Beyaz Saray’da çalışan Monica Lewinsky arasındaki “seks skandalı” ortaya çıktığı zaman, Paris’teydim.
O günlerde ABD’de kıyamet kopuyordu: Medya olayın üstüne gidiyor, Kongre kulislerinden sokaklara kadar her yerde bu konu konuşuluyordu.
Paris’te ise Fransızlar olayı şaşkınlıkla ve gülerek izliyorlardı. “Le Figero” gazetesindeki bir dostum, ABD’yi iyi bilen yazarlardan müteveffa Claude Lorieux’ye bu olay hakkında ne düşündüğünü sorduğumda, şu yanıtı vermişti: “Şu Amerikalılar garip insanlar. Başka mesele yokmuş gibi, başkanın ufak bir seks macerasına odaklandılar. Adamı neredeyse devirecekler, bizde öyle bir şey olursa, kimse aldırmaz...”
İşte Fransa’da “böyle bir şey”in çok daha ciddisi ve sansasyoneli oldu: Cumhurbaşkanı François Hollende, Elysee Sarayı’nda birlikte yaşadığı Valerie Trierweiler’in ruhu duymadan, 41 yaşındaki artist Julie Gayet’in evine gidiyor ve onunla aşk hayatı yaşıyordu.
Bu skandal, “Closer” dergisinin becerikli bir foto muhabirinin cumhurbaşkanının sevgilisinin evine motosikletle gelişini görüntüleyen resimlerini yayınlamasıyla ortaya çıktı.
O andan itibaren sanırsınız ki Fransa’da yer yerinden oynayacak,
Mısırlılar dün ilk kez askeri yönetim altında sandık başına gittiler. İki gün sürecek referandum, halkın yeni hazırlanan anayasa hakkındaki kararını belirleyecek.
Sonucu tahmin etmek zor değil. Sandıktan elbet “evet” çıkacak. Ordu desteğindeki yoğun “evet” kampanyasından başka bir sonuç çıkması düşünülemez. Zaten bu kampanyada “hayır”ın sesi pek çıkmadı. Çıkamazdı da...
Sandıktan çıkacak sonucun önemli yanı, seçmen sayısına göre “evet”lerin oranıdır. Devrik Başkan Mursi’nin taraftarları ve başta Müslüman Kardeşler olmak üzere İslamcı kesim, bu halk oylamasını boykot ediyor.
Buna rağmen eğer katılım, 2012’de Mursi yönetiminde yapılan anayasa referandumundakinden daha yüksek olursa, askeri rejim bunu hem bir başarı, hem de kendi meşruiyeti için bir desteğin göstergesi sayacaktır.
Hatırlatalım: Mursi döneminde hazırlanan anayasa için düzenlenen referandumdan yüzde 63.8 “evet” çıkmıştı, ama katılım oranı (yani oy kullananların sayısı) sadece yüzde 32.9’dan ibaretti...
Ne kadar demokratik?
Aylar önce tasarlanan ve birkaç ertelemeden sonra 22 Ocak’ta yapılması kararlaştırılan Suriye ile ilgili Cenevre-2 konferansının akıbeti hâlâ tam belli değil.
Esad yönetiminin katılmayı kabul ettiği bu uluslararası konferansa Suriye muhalefetini temsilen Suriye Ulusal Koalisyonu’nun (SUK) bir delegasyon göndermesi için hafta sonu Paris’te düzenlenen toplantıdan aslında kesin bir sonuç çıkmadı. “Suriye’nin Dostları” grubunun Türkiye dahil 11 üyeden oluşan “çekirdek kadrosu”, SUK temsilcilerini Cenevre’ye mutlaka gitmeleri için ikna etmeye çalıştı. Koalisyon lideri Ahmet Carba’nın ifadesine göre, katılıp katılmama konusundaki kesin karar 17 Ocak‘ta verilecek.
Ancak Carba, SUK’un şimdiye kadar olmazsa olmaz diye öne sürdüğü bir şartın “Dostlar” grubunda kabul gördüğünü açıkladı. Bu koşul, Suriye’de geçiş sürecinde Beşar Esad ve ailesinin yer almaması ile ilgili. SUK lideri ABD ve Batı Avrupa ülkeleri dahil, “onbirler” grubundan bu konuda söz aldığını belirtti.
Esad’sız çözüm
Aslında bu son nokta, “Suriye Dostları”nın ve özellikle Batılıların Suriyeli muhaliflere, temel görüşleri ve talepleri doğrultusunda, bir tavır aldıklarını gösteriyor. Yani onlar da -Türkiye’nin
Türkiye için Japonya her zaman “uzaktaki yakın dost” olmuştur. Gerçekten coğrafi uzaklığa rağmen, Türkler Japonlara hep bir yakınlık ve sempati duymuşlardır.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hafta içinde Japonya’ya yaptığı ziyaret, bu dostluğun, yeni işbirliği ve ortaklık anlaşmalarıyla, daha ileriye götürülmesine vesile olmuştur.
Türk-Japon ilişkilerinin temel taşı, ekonomi ve teknoloji alanlarındaki işbirliğidir. Türkiye’nin dev projelerinde Japonya giderek önemli bir yer alıyor. Tokyo’da Başbakan’ın ziyareti sırasında nihai anlaşması imzalanan Sinop Nükleer Santral projesi ve geçenlerde hizmete giren Marmaray gibi...
Türkiye’nin yüksek teknolojiye dayalı projeleri için Japonya’ya yönelmesi boşuna değil. Gerçekten Japonya bu alanda iddialı, deneyimli ve dünyanın en ileri ülkeleriyle rekabet edebilen bir ülkedir. Bu nedenle Türkiye’nin Japonya’dan bilim ve teknoloji alanında öğreneceği ve yararlanacağı çok şey vardır.
“Mucize”nin sırrı
Ancak Japonya’dan örnek alınması gereken başka şeyler de vardır. Bu, “Japon mucizesi”nin veya “Japon modeli”nin daha yakından incelenmesini gerektirir.
Türkiye dış politikasında köklü bir değişiklik yaparak artık bölgesel ve küresel güç olmaktan vaz mı geçiyor?
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Tokyo ziyaretinde, Japon gazetecilere söyledikleri, bu soruyu akla getiriyor.
Başbakan’ın şu önemli ifadelerini hatırlatalım:
“Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olmak gibi bir hedefi yok. Türkiye sadece üzerine düşen görevi yapmak suretiyle bir yere oturtuluyor. Diğeri hırs diye tanımlanır ki, bu her zaman tehlikelidir. Böyle bir hırsımız yok.”
Başbakan’ın Japon basınına söylediği bu sözler, Türkiye’de alışık olduğumuz üslup ve yaklaşımdan epey farklı...
Hırsın tehlikeli olduğuna ilişkin değerlendirmesi doğrudur; ancak dış politikada şimdiye kadar bölgesel ve küresel güç olma hedefinin güdülmediğine inanmak da mümkün değil. Başbakan’ın, tam aksine, dış politikadaki bu hedefi ısrarla vurguladığı pek çok beyanı var. Aynı şekilde -ve özellikle- Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da. (Hatta bu köşeye sığmayacak kadar çok)...
“Oyun kurucu” rolü
Irak ve Suriye’de El Kaide bağlantılı Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı örgütün son günlerde gösterdiği varlık Ankara’da endişe ile, ama aynı zamanda temkinli bir şekilde izleniyor.
Türkiye’nin yanı başındaki iki ülkede oluşmakta olan bu yeni durumdan kaygı duyması için birçok neden var. Özetle:
1) Türkiye prensip olarak radikalizme ve teröre karşı kesin bir tavır almıştır. Hükümet yetkilileri her vesile ile -bu arada El Kaide’nin eylemleri söz konusu olduğu hallerde de- bu duruşu dile getirmişlerdir.
2) Irak ve Suriye’de cihatçı grupların son olarak giriştikleri saldırılar, bu ülkelerdeki iç çatışmaları büsbütün kızıştırmakta, barış ve istikrar umutlarını dağıtmakta ve toprak bütünlüğünün yok edilmesi tehlikesini artırmaktadır.
3) İki komşu ülkedeki bu oluşum ve IŞİD’in rakip gruplarla giriştiği çatışmalar, Türkiye’nin sınır güvenliğini tehdit etmektedir. Bu durum özellikle sınıra yakın bölgeler için de potansiyel bir tehlike yaratmaktadır.
4) İki ülkedeki iç çatışmalar, yüzyıllardan beri bölge halkı ile barış içinde yaşayan Türkmenleri zor duruma düşürmekte, geleceklerini karartmaktadır.
5) Yeni durumun uluslararası boyutları, çeşitli küresel ve bölgesel güçlerin
Türkiye, iç politikadaki dalgalanmanın toz dumanı içinde, yanı başındaki Irak’ta ve Suriye’de, güç dengelerini değiştirebilecek ve ciddi tehlikeler yaratabilecek olan son gelişmeleri gereği gibi izleyemiyor.
Türkiye’nin sınırdaş iki ülkedeki bu yeni durumdan nasıl etkileneceği ve Ankara’nın bu konuda nasıl bir tavır alabileceği konusunu yarınki yazımızda ele alacağız.
Ama önce son olayların ışığında, nasıl bir manzarayla karşı karşıya gelindiğine bakalım.
Her iki ülkede El Kaide’ye bağlı cihatçılar, atakta. “Irak-Şam İslam Devleti” (IŞİD) adlı örgüt militanları savaştıkları iki cephede zemin kazanıyorlar. Ele geçirdikleri yerlerde derhal şeriat düzenini kuruyorlar. Amaçları kontrol ettikleri toprakları merkezi yönetimden koparmak, kendi bağımsızlıklarını ilan etmektir...
Rakipler aynı safta
Irak’ta IŞİD Felluce kentini ele geçirmekle, bu cephedeki ilk önemli zaferini kazanmış oldu. Şimdi savaşçılar, Anbar eyaletinin diğer kilit noktalarına ve özellikle eyalet merkezi Ramadi’ye karşı saldırılarını sürdürüyor.
Irak ve Suriye’de El Kaide ile bağlantısı olan grupların eylemleri artık intihar saldırıları, suikastler, sabotajlar içeren şiddet kampanyasının ötesinde, bu ülkelerdeki iç savaşın yeni cephesini oluşturuyor.
Hedef şimdi sadece halkın farklı mezheplere mensup kesimi, rakip siyasi ve ideolojik gruplar değil, doğrudan doğruya rejim ve mevcut devlet yapısıdır.
Yöntem çeşitli cinsten terör eylemlerinin yanı sıra, askeri bir savaş düzenidir.
Orta veya uzun vadeli amaç da, peyderpey ülke topraklarını ele geçirip devlet yapısını kendi anlayışına uygun bir şeriat temelinde yeniden düzenlemektir.
El Kaide ve ona bağlı radikal İslamcı grupların özellikle Irak’ta ve Suriye’de giriştikleri mücadele, bu nedenle terör sınırlarını aşıp, bu ülkelerdeki iç çatışmaların bir parçası haline gelmiş bulunuyor. Geçmiş yıllarda ABD ve Avrupa kentlerini -ve de sivilleri- hedef alan El Kaide’ciler şimdi Arap ve İslam coğrafyasında rejimleri veya rakip olarak gördüğü grupları tehdit ediyor.
Terörün ötesinde...