Bir sabah kalktığımızda ABD uçaklarının Suriye’deki IŞİD hedeflerini bombaladığı haberini duyarsak şaşmayalım.
Obama yönetiminin henüz bu konuda aldığı bir karar yok. Ama bu olasılık Washington’da çok konuşuluyor. Pentagon başta olmak üzere yönetim kadrolarında bu konuda planların hazırlanmakta olduğu bildiriliyor. Kongre kulislerinde de bu olasılık tartışılıyor...
ABD’nin Irak’ta IŞİD hedeflerini vurmasından sonra, şimdi bu tür hava akınlarını Suriye’yi kapsayacak şekilde yaymayı düşünmesi, yeni adıyla İD’in esas gücünün bu ülkede bulunmasından kaynaklanıyor. Gerçekten İD militanları Suriye’nin kuzey bölgesinde bir hâkimiyet kurmuş durumdalar. Önceki gün stratejik bir hava üssünü ele geçirmeleri, Suriye ordusuna meydan okumalarının yeni bir örneğidir.
ABD Irak’taki IŞİD hedeflerini vurmaya karar verdiği günden itibaren, büyük bir tehdit olarak gördüğü bu örgüte karşı -sınırlı biçimde de olsa- bir savaşı göze almıştır. Şimdiki stratejinin amacı, İD’in yayılma gücünü kırmak ve zaman içinde onu büsbütün saf dışı etmektir.
Düşmanımın düşmanı...
ABD’nin bu stratejinin bir parçası olarak şimdi İD’in Suriye’deki varlığına karşı yönelmesi, aslında Irak’taki eylemi kadar
Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan adayı ilan edilen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Türk diplomasisinin başı olarak performansı, şimdi iç ve dış birçok çevrede tartışılıyor.
İktidarı destekleyenler Davutoğlu’nun izlediği dış politikayı başarılı bulurken, muhalefet bunun aksini düşünüyor.
Birçok konuda olduğu gibi, bunda da gerçeği bu iki zıt duruşun dışında aramakta yarar var.
Kuşkusuz Davutoğlu Cumhuriyet döneminin en fazla öne çıkan, en dinamik, yaratıcı, vizyon sahibi ve etkin dışişleri bakanlarından biri olarak tarihe geçecektir. Yaklaşık 10 yıl boyunca Türk dış politikasına yön veren Davutoğlu, Türk diplomasisine düşünsel derinliğini de katarak damgasını vurdu.
Türkiye bu dönemde “proaktif” çok boyutlu dış politika ve “komşularla sıfır sorun” konsepti ile uluslararası platformda varlığını gösterdi, sesini duyurdu. Ankara arabuluculuk dâhil, birçok meselede bölgesel, hatta küresel roller üstlendi. Davutoğlu bu girişimlerin hem mimarı, hem yorulmaz uygulayıcısı oldu...
İyi başladı...
“Demek ki bu tür olaylar Amerika’da da oluyormuş. Baksanıza orada da protestoculara karşı nasıl hareket ediyorlar...”
Missouri eyaletinin Ferguson kasabasında bir beyaz polisin şüphe üzerine durup dururken bir siyah genci vurup öldürmesi üzerine patlak veren olaylar karşısında birçok kişinin gösterdiği tepki bu...
Gerçekten polisin 18 yaşındaki Michael Brown’u öldürmesinden sonra Ferguson’daki sokaklardan TV ekranlarına yansıyan görüntüler bize hiç yabancı değil. Örneğin başta barışçı gösterilere karşı polisin kullandığı orantısız güç, etrafı cehenneme çeviren gaz bombaları, protestocuların taş ve şişelerle saldırıları, gözaltına alınmalar, gazetecilerin engellenmesi, vesaire...
Evet, bunlar Amerika’da da olabiliyor.
Bunlar hiçbir yerde olmaması ve olduğunda da kınanması gereken şeyler. Yoksa bizde olanları (örneğin Gezi olaylarını) haklı gösterircesine “bak bunlar Amerika gibi ülkede dahi oluyor” diye örnek gösterilecek şeyler değil.
Ne demişler? “Su-i misal emsal teşkil etmez”; yani “kötü misal örnek oluşturmaz...”
Eğer Ferguson’da olanları (bu arada polislerin aşırı güç kullanmasını, barışçı gösterilerin engellenmesi ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması gibi)
Geçen ekim ayında ABD Ulusal Güvenlik Kurumu’nun (NSA) Almanya’yı “dinlediği” açığa vurulduğunda, Şansölye Angela Merkel tepkisini “dostlar arasında casusluk olmaz” ifadesiyle göstermişti.
Gelin görün ki şimdi Alman Dış İstihbarat Örgütü’nün (BND) 2009’dan itibaren Türkiye’yi dinlemekte olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.
Almanya yıllardan beri Türkiye’de “dost ve müttefik” bir ülke olarak tanımlanır. Diğer birçok NATO partneri gibi...
Ne var ki, “Türkiye’yi dinleme skandalı”nın ortaya çıkması üzerine “Franfurter Allgemeine” gazetesinin görüştüğü bir hükümet yetkilisi, Türkiye’nin sadece bir “müttefik” olduğunu, ama bir “dost” kategorisine girmediğini söyledi. Dolayısıyla bu “mantığa” göre Almanya’nın Türkiye’yi dinlemesi normal!
Umarız bu “hükümet kaynağı”nın gazeteye söyledikleri, Alman devletinin resmi politikasını yansıtmıyor ve Merkel yönetimi Türkiye’yi hâlâ “dost” sayıyor.
Eğer öyle ise, kendisine ABD’ye karşı söylediği “dostlar birbirlerini dinlemez” tarzındaki sözlerini hatırlatmamız lazım.
Şansölye buna ne cevap verir bilmiyoruz. Ama Berlin’de bir yetkilinin yaptıklarını haklı göstermek için Türkiye’nin “dost ülke” sayılmadığını söylemesi, çok daha vahim bir
IŞİD’e karşı uluslararası bir dayanışma cephesi oluşmuş durumda. Son olarak Birleşmiş Milletler’in ve Avrupa Birliği’nin aldığı kararlarla bu ortamla tutum daha da pekişti. Birçok Arap ve İslam ülkesinin aynı safta yer alması da önemli.
IŞİD’e veya yeni adıyla İD’ye karşı oluşan bu cephede aktif mücadeleyi yürütenlerin başında, ABD geliyor. Amerikan savaş uçakları IŞİD hedeflerini bombardımana tabi tutuyor. Kürt peşmerge güçleri yer yer cihatçılarla çatışıyor ve onların ele geçirdikleri stratejik noktaları geri almaya çalışıyor. Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri Kürt güçlerine silah sevk ediyor. İran ordusu Irak’a destek oluyor ve sınır bölgesinde güç gösterisi yapıyor...
Çeşitli ülkelerin IŞİD’e karşı cephe almasında, kendi ulusal çıkarlarının etkisi vardır tabii ki. Ama çıkarlar farklı da olsa, böyle bir uluslararası konsensüsün ve kararlılığın oluşması çok anlamlı. Demek ki kimse İD’nin saldırganlığını, hele vahşetini onaylamıyor; herkes onun giderek yayılmasını bölgesel ve küresel güvenlik ve istikrar için büyük bir tehlike olarak görüyor.
Çeşitli ülkeleri aynı safta yer almaya iten de işte bu konuda duyulan ortak endişedir.
***
Bu endişeyi ziyadesiyle duyan
Irak’ta IŞİD’in veya yeni adıyla “İslam Devleti”nin (İD) hızlı yayılmasının yarattığı kritik durum iki alanda acil tedbirler alınmasını zorunlu kıldı. Bunlardan biri Bağdat’ta bir yönetim değişikliğinin yapılması, diğeri de ABD’nin müdahalesiyle cihatçılara karşı bir askeri kampanyanın başlatılmasıdır.
Her iki alanda atılan adımların sonuç vermesi zaman gerektiriyor. Oysa IŞİD militanlarının oluşturduğu tehdit karşısında, ne Iraklı yöneticilerin ne de yeni devreye giren uluslararası camianın “zaman lüksü” var.
Bağdat’ta iktidar değişikliği aslında bir zorlamayla oldu. Yeni Cumhurbaşkanı Fuad Masum, geçmişte mezhepçi bir politika izleyen ve son haftalarda kendisinden beklenen bir ulusal birlik hükümeti kuramayan Nuri El Maliki’nin yerine, aynı Şii partiye (Dava Hareketi) mensup olan Haydar El Abadi’yi başbakan olarak atadı. Bu karar El Maliki’yi gözden çıkaran ABD ve İran tarafından desteklendi. El Abadi’nin geniş tabanlı bir koalisyon hükümeti kurması bekleniyor.
Sonunda bu krizin geçiştirileceği ve El Abadi ile yeni bir siyasi döneme girileceği muhakkak. Ama bu çok çaba ve zaman gerektirecek.
Kim durduracak?
Gelelim cihatçıların son eylemlerine ve İD’in
Mısır’ın Gazze’de 72 saatlik ateşkesi sağlaması ve Kahire’nin Hamas’ın içinde bulunduğu Filistin heyeti ile İsrail temsilcileri arasında “dolaylı müzakereler”e ev sahipliği yapması, Mısır diplomasisi için bir başarı olmuştur.
El Sisi yönetimi böylece Gazze sorununu bölgesel bir rol oynamak ve etkinliğini göstermek için bir fırsat olarak değerlendiriyor.
Mısır diplomasisinin yoğun çabaları sonunda taraflarca uygulanan ateşkesin bu sabah bitiş saatine kader devam edip etmeyeceği ve bir süre daha uzatılıp uzatılmayacağı bu satırlar yazıldığı sırada belli değildi. Ancak bu seferki ateşkesin bu kadarıyla gerçekleşmiş olması dahi, Mısır’ın kredisine işlenecektir.
Mısır’ın ateşkes ve sonrasındaki müzakereler için giriştiği inisiyatifte en azından bu aşamada başarılı olması, ilk bakışta yadırganabilir. Zira El Sisi yönetiminin Hamas’a fazla sempatisi olmadığı, ona Mısır’da yasaklanan Müslüman Kardeşler’in bir uzantısı olarak baktığı ve İsrail ablukasın altındaki Gazze ile Refah kapısını da kapalı tuttuğu biliniyor.
***
Ancak Mısır’ın Hamas ile ilişkileri kopuk değil. Onun Kahire’de temsilciliği duruyor. Aralarında diyalog sürüyor. Kaldı ki Mısır, arabuluculuğunu, Batı Şeria
Başta böyle bir “sorun” çıkacağı tahmin edilmemişti.
Esad rejiminin baskılarına dayanamayan ve kendilerini bir iç savaşın içinde bulan Suriyeliler, sığınacak bir yer aradıklarında, Türkiye onlara kapılarını açtı.
Hükümet “misafir” diye adlandırdığı bu mültecileri rahat ettirmek için gereken tüm tedbirleri aldı. Sınıra yakın illerde kurulan kampların yüksek standartları medya aracılığı ile dünyaya yansıtıldı, bu da dışarıda takdir gördü. Ancak bu aynı zamanda Suriye’de artık kalmak istemeyenler veya evlerini terk etmek zorunda kalanlar için “özendirici” bir rol oynadı.
Suriyelilerin göç hareketinin başında kimse bunun hızla yüz binleri, hatta milyonları bulacağını beklemiyordu. Ne var ki Suriye’deki iç olaylar Ankara’da tahmin edildiği gibi gelişmedi, direniş hareketi başarılı olmadı, Esad devrilmedi, üstelik Türk sınırına yakın bölgeler bir takım militan örgütlerin eline geçti. Bu kez yalnız Şam’daki rejimden değil, militan gruplardan da kaçan yüz binlerce Suriyeli, Ankara’nın izlediği “açık kapı” politikasından yararlanarak Türkiye’ye sığındılar.
“Tampon bölge” olsaydı...
O günlerde büyük sayıdaki Suriyelileri barındırmak için “sınırın öbür yanında”, yani kuzey