Son dönemlerde sıklıkla basında bir sanat eserine saldırıldığına dair haberler okuyoruz. Bu haberler basında çıktıkça benzer tarzda eylemler artarak yapılmaya devam edecektir. Günümüz dünyasında bir konu popüler olmayagörsün hemen benzerleri yapılmaya başlanır. Peki sanat eserlerine saldırarak yapılan protesto ne kadar masum?
Hangi gerekçeyle yapılırsa yapılsın bir protestoda veya bir aktivizm eyleminde söz konusu nesneye zarar vermememiz gerekir hele ki söz konusu nesne biricikse, asla yerine bir başkası konulamayacaksa.
Küresel ısınmaya dikkat çekmek isteyen aktivistlerin son dönemde yaptıkları eylemlerde bu hususa ne kadar dikkat ettiklerinden emin değilim. Geçtiğimiz Mayıs ayında Louvre’da yer alan “Mona Lisa”ya yapılan pastalı saldırının basında geniş yer alması bu olayları tetikledi. “Mona Lisa”nın zarar görme ihtimali yok çünkü kurşun geçirmez bir cam var önünde. 1974 yılında, “Mona Lisa”nın Louvre’dan ayrıldığı iki seyahatten biridir, Tokyo Ulusal Müzesi’nde sergilenirken tekerlekli
Kimi insanlar vardır onların var olduğunu bilmek bile size rahatlık verir. O oradadır, bir telefon araması mesafesinde… Bir konuda fikir almak istediğinizde rahatlıkla ulaşabileceğinizi bilmek sizi rahatlatır. 22 Kasım Salı günü vefat eden Shems Friedlander benim için tam da bu tanıma uygun birisiydi.
Shems Baba benim için arayışın sembolüydü. 1960’ların sonunda başladığı arayışında, 1972’de Mevlevilerle tanışır ve bütün hayatını değiştirerek Müslüman olur.
Shems Baba benim için merhametin sembolüydü. Her zaman sakinliğini korur, karşılaştığı bir haksızlıkta bile sesini asla yükseltmez, güleryüzüyle sorunu çözerdi.
Shems Baba benim için tasarımın sembolüydü. Çok iyi bir grafik tasarımcıydı. Columba Records, Atlantic Records gibi dünya devi müzik firmaları için albüm kapakları tasarladı. Grafik tasarımı ilgilendiren her konuda engin bir bilgiye sahipti. Bu bilgisini talip olan herkesle memnuniyetle paylaşırdı. Uzun yıllar bu alanda en uzun süre Kahire Amerikan Üniversitesi olmak üzere dersler verdi.
Sh
Türkiye sanat dünyasına dışarıdan bir gözle bakıldığında birçok farklı problem görmek mümkün. Görünen en büyük problem bence yapılan üretimin Türkiye sınırlarında daha çok karşılık görmesi, bunun yurt dışında görünürlüğünün az olması. Bunun temelinde ise bence çeşitliliğin az olması yatıyor. Sanat dünyasındaki aktörlere baktığımız zaman hemen hepsinin aynı motivasyonlarla hareket ettiğini, birbirine çok benzeyen kaynaklardan beslendiğini anlamak mümkün. Bu da doğal ve bariz nedenlerle ortaya çıkan sonuçların birbirine benzemesine neden oluyor. Peki şu anki üretim bu hâliyle olsun dünyanın diğer yerlerinde karşılık bulabiliyor mu? Cevabım çok az olur. Türkiye şu anki sanat dünyasının tüm kısırlıklarına rağmen hâlâ potansiyelinin çok çok altında.
Temel sorunun sanatın tüketiminde değil üretiminde olduğunu fark eden dokuz kişi, 10 yıl önce SAHA’yı kurdu. Yönetim kurulu başkanlığını Füsun Eczacıbaşı’nın yaptığı SAHA’nın temel
Geçtiğimiz günlerde Kazlıçeşme Sanat’ta açılan Mehmet Ali Laga sergisi değeri bilinmemiş bir ressamımıza büyük bir vefa örneği gösteriyor.
Vefatının 75. yılında açılan bu sergi ressamın şimdiye kadar açılan en kapsamlı sergisi.
Peki kimdir Mehmet Ali Laga?
Sultan Abdülhamid Han’ın daha şehzadelik günlerinde tanıyıp, intisap ettiği Şazeli Şeyhi Zâfir Efendi’nin torunu olan Laga çocukluğunu Yıldız Sarayı’nın yanında olan dedesinin ikametgâhı Ertuğrul Tekkesi’nde geçirir.
Daha sonra Kuleli’de eğitim alıp asker olan Laga, Harbiye’ye devam eder. Diğer asker ressamlardan farklı olarak Balkan Harbi, Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndan bizzat ressam olarak görevlendirilir. Özellikle Çanakkale Savaşı esnasında yaptığı resimler ki birçoğu Çanakale Askeri Müzesi’nde görülebilir, birer belge niteliği taşımakta.
Bulgarlar, Edirne’yi işgal ettiği sırada orada görevli olan Laga’nın yakın çevresinde iki dostu vardır. Sami Yetik ve Hasan Rıza. O dönemde
Bu sorunun aslında çok basit bir cevabı var ama bu cevap da başka soruların meydana çıkmasına neden oluyor. Sanat ne işe yararsa çağdaş/güncel sanat da o işe yarar. Öncelikle ülkemizden başlayarak anlatmaya çabalamak en doğrusu bence.
İngilizcede “contemporary art” diye kullanılan kavram Türkçede bazı kişi ve kurumlarca çağdaş sanat bazı kişi ve kurumlarcaysa güncel sanat olarak adlandırılıyor ya da Özkan Eroğlu gibi sanat eleştirmenleri “Güncel: Şimdiki: bugünkü, aktüel. Çağdaş: Aynı çağda yaşayan. Örneğin; 1967 yılında doğan biri, genel olarak 20. Yüzyılla ve özel olarak da yüzyılın ikinci yarısıyla çağdaştır” diyerek iki kavram arasında farklar bulunduğunu söylüyor.
İngilizcede “contemporary art” olarak geçen kavram bazı müzayede evleri tarafından çoğu zaman İkinci Dünya Savaşı kast edilerek, Savaş Sonrası terimiyle birlikte kullanılıyor.
Türkiye özelinde görüldüğü gibi ciddi bir kafa karışıklığı mevcut. Sanat profesyonelleri arasında bile
Yıllardır süren çalışmalar nihayete erdi ve İstanbul Resim ve Heykel Müzesi geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un da katıldığı bir törenle kapılarını açtı. Koleksiyonundaki önemli eserlerle Türk resim ve heykel sanatının adeta hafızası olan müzenin açılabilmiş olması son derece önemli. Emre Arolat tarafından tasarlanan müze binasını ilk kez üç yıl önce İstanbul Bienali’ne ev sahipliği yaptığında görme fırsatımız olmuştu. Yavaş yavaş çeşitli sergileri ağırlayan müze artık tam fonksiyonuyla açık. Küratörlüğünü Burcu Pelvanoğlu ve Ayşe H. Köksal’ın yaptığı açılış sergisinde 663 adet resim, 86 adet heykel yer alıyor. Kronolojik olarak 34 salona yayınlan sergide Türk resim tarihinin 150 yılının dönemlerini, akımlarını ve önemli kişilerini görmek mümkün.
Bu açılış sayesinde Türk resim ve heykel sanatının önemli eksiği giderilmiş oldu. Sanat tarihi yazımına yardımcı olabilecek bir başka
Meşhur türkü başlıktaki bu sözlerle başlıyor. Ama bugünlerde gözlerimin yaşına bak, diye devam etmiyor. Nedenini açıklayayım. Başkent oluşunun 99’uncu yılında 13 Ekim’de Ankara’daydım. Amacım Beyoğlu’nda başlayan Kültür Yolu Festivalleri’nin Ankara ayağını yerinde görmekti.
İlk durağım Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafında restore edilen Sığınak oldu. Sığınak, İkinci Dünya Savaşı döneminde lazım olabilir diye düşünülerek inşa edilmiş ve neredeyse hiç kullanılmamış. Kültür ve Turizm Bakanlığı yapılan yenileme çalışmalarından sonra burayı sadece dijital sanat sergilerine yer vermek için tahsis etmiş. Başkent Kültür Yolu’nda ise 2. Meclis Binası’nın arkasında bulunan bu yapıda “Yeni Medya: Eskizden Piksel’e” başlıklı sergide Can Büyükberber, Hamza Kırbaş, Güvenç Özel, Cem Sonel, Afra Naile Sönmez, Candaş Şişman, Nergiz Yeşil, RAW’un eserleri yer alıyor. Böyle bir mekânın sadece dijital sanata ayrılmış olmasının Ankara sanat dünyası için
17. İstanbul Bienali başladığından beri sıklıkla hangi mekânlarda hangi eserlerin görülmesi gerektiğini soran mailler alıyorum okurlarımdan. Geçen hafta bu köşede 17. İstanbul Bienali’nin genel yaklaşımını ele aldıktan sonra bu tarz çok sayıda mail geldi. Şüphesiz bienalde yer alan her eser önemlidir, kıymetlidir. Ama bienalin tamamını gezme imkânımız, vaktimiz yoksa sadece bazı eserleri görmek isteyebiliriz. Buradan hareketle ben de kendi beğenime uygun, dikkatimi çeken bazı eserlerin listesini paylaşmak istedim.
Zeytinburnu Belediyesi’ne ait, birçok kişinin haberdar olmadığı şehrin içinde adeta bir vaha gibi duran Tıbbi Bitkiler Bahçesi, bienalin en dikkat çeken mekânlarının başında geliyor. Daha önce sanatsal bir etkinliğe ev sahipliği yapmamış olan bahçede yer alan Mariah Lookman’ın “Nelumbo, Lotus çiçekli bir su bahçesi” başlıklı eseri mekânla özdeşleşen bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Bienal bittikten sonra da varlığını devam ettirecek olan çalışma bu bienalin en kalıcı eserlerinden