50. yılını kutlayan İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlen İstanbul Bienali salgın nedeniyle bir yıl gecikmeli olarak 17. kez sanatseverlerle buluştu.
Ute Meta Bauer, Amar Kanwar ve David Teh üçlüsünün küratörlüğünü üstlendiği bienalin bir ‘tema’sı yok. Bienallerde kavramsal çerçevenin göstergesi olarak öne çıkan temalara alışkınız hatta 12. İstanbul Bienali’nin “Untitled” (isimsiz) başlığı taşımasından da farklı bir durum bu. Bunun yerine Bienali anlatan kısa bir metin her yerde karşımıza çıkıyor:
“Bu bienal tatlı, olgun meyvelerle kaplı ulu bir ağaç olmak yerine kuşların uçuşundan, bir zamanların bereketli denizlerinden, yerküreyi yavaşça yenileyen ve besleyen kimyadan bir şeyler öğrenme arayışında. Belki bu bienal büyük bir toplanma ya da tek bir zaman ve mekânda yapılan planlı bir buluşma değil, bir dağılma, gözden uzak bir mayalanmadır. İplikleri bir araya gelir, çoğalır, ayrılır, gürültülü bir zirveye ya da nihai bir düğüme
Sıklıkla Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın düzenlediği Kültür Yolu Festivalleri’yle alakalı ne düşündüğümü merak edenlerden mailler alıyorum. Bu nedenle yazımda bu festivallere yer vermeyi istedim.
Sonda söyleyeceğimi ilk başta söylemenin en iyi olacağını düşünüyorum. Bakanlığın düzenlediği bu festivalleri genel olarak çok önemli buluyorum.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, sanatla daha çok ilgilenen profesyonel kişiler ve kurumlar tarafından turizme daha çok önem verdiği için sıklıkla eleştirilen bir kurum. Bu eleştiriler sadece mevcut bakan Mehmet Nuri Ersoy’la alakalı değil ondan çok daha önce de bu tarz eleştiriler söz konusuydu. Böyle olması siyasetin doğasıyla alakalı çünkü turizmde çok hızlı bir şekilde sonuç almak mümkünken kültür ve sanat söz konusu olduğunda çok daha uzun vadeli planlarlar ve yatırımlar yapmak gerekir. Turizm için yurt dışında yapılan/yapılacak reklamlar çok hızlı bir şekilde sonuç verebilir ama sanat söz konusu
Son zamanlarda sıklıkla ‘90’lar ve o yıllarda yaşananlar çoğunlukla “olumlanarak” çeşitli vesilelerle karşımıza çıkıyor. Son derece normal bir durum. Geçmişteki 10 yıllık dönemlere karşı hissedilen nostaljinin, olumlamanın oluşması için üzerinden biraz zaman geçmesi gerekiyor. Örneğin ‘60’ların özellikle 68 Hareketi’nin retrosunun ortaya çıkışı ‘80’lerde olmuştur. Yaşanırken neredeyse kimsenin beğenmediği, kasvetli bulduğu ‘70’ler ise ‘90’larda popülerdi. ‘90’lar da son dönemde sıklıkla karşımıza çıkan bir nostaljik unsur.
Benim şahsi tarihimde ve gözlemlerimde ‘90’lar daha çok 28 Şubat’tır, 12 Eylül darbecilerinin tanımlamasıyla “Türkiye’nin diplomatik ilişkisinin olduğu bir ülkenin birinci dili olmayan” dillere yani Kürtçe’ye uygulanan yasaklar ve neredeyse bütün sosyo-kültürel yaşantımızı dönülmez bir şekilde değiştiren özel televizyonlardır.
Son derece yoğun politik tartışmaların olduğu
İstanbul’da sanat dünyası hiç olmadığı kadar hareketli günler yaşıyor. Sadece salgın öncesindeki hareketli günlere dönüş değil bu yaşanan, daha önce görülmemiş bir biçimde sergi açılışı yağmuruna tutulmuş durumda sanat profesyonelleri. Haftaya İstanbul Bienali’nin açılması ve Contemporary Istanbul’la birlikte daha da hareketleneceğinden hiç şüphem yok. Bu sanat maratonunda düzenlenen sergilerden vaktim elverdiğimce bu köşede bahsetmeye çalışacağım bir süre.
İlk durağım Meşher’de açılan “Ben Kimse. Sen de mi Kimsesin?” başlıklı sergi. Normalde sergilerinin Arter’de yapan Selen Ansen’in “geçici bir transferle” geldiği Meşher’de düzenlediği sergi 12 Şubat 2023’e kadar sanatseverleri bekliyor.
Sergiye adından başlamak gerek. Emily Dickinson’ın “Ben Hiç Kimseyim! Sen Kimsin?” isimli şiirinden esinlenerek konulmuş bir isim. Bilinçli olarak bozuk ve anlaşılması güç bir şekilde yer alan bu cümleyi zihnimizde tamamlamamız gerekiyor.
J.R.R. Tolkien’in fantastik edebiyatın ilk örneği sayılan “Hobbit” isimli kitabının yayımlanmasının üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçti. Kitabın ilk baskısı 1937 yılında yapıldı. O tarihlerde “gerçek” bir edebi eser sayılmayan kitap devam hikâyesi olan “Yüzüklerin Efendisi”yle birlikte bugün artık klasik kabul ediliyor. Tolkien’in oluşturduğu evren kendisinden sonra gelen Ursula K. Le Guin gibi birçok yazara başka türlü düşünme ve hayal edebilme imkânı sağladı.
2000’li yılların başında Peter Jackson’ın “Yüzüklerin Efendisi”ni beyaz perdeye taşımasıyla birlikte seri tekrar popüler hâle geldi. Ülkemizde de ‘90’larda yayımlanabilmiş bu eser geniş bir kitleye de ulaşmış oldu.
George R.R. Martin ise “Games of Thrones-Taht Oyunları” dizisiyle birlikte dünya çapında büyük bir şöhrete erişti. Martin’in” Buz ve Ateşin Şarkısı” serisinden uyarlanan hayali dünyada Tolkien’in dünyasından farklı olarak insanları
Ülkemizin önde gelen ressam-larından ve akademisyenlerinden Adnan Çoker geçtiğimiz günlerde vefat etti.
Türkiye’de soyut sanat denildiğinde akla ilk gelen isimlerdendi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde yapılan törende ressam Bedri Baykam’ın dediği gibi üç-dört kuşak sanatçıyı derinden etkileyen bir ustaydı. Ortaya koyduğu yaklaşımla geleneğin, geleneksel formların çağdaş resme nasıl aktarılabileceğinin başarılı örneklerini sundu. Osmanlı ve Selçuklu mimarisinden etkilenerek ortaya koyduğu yapıtlar klasikleşti ve rahatlıkla onun evreninin bir parçası olduğunun anlaşılabildiği eşsiz eserler olarak Türkiye sanat tarihinde yer edindi.
Osman Hamdi Bey’den başlayan Türkiye akademisinde Adnan Çoker hocalığıyla önemli bir yer kapladı.
Yahşi Baraz, Adnan Çoker’i Hürriyet Kitap Sanat ekinde şu sözlerle anıyordu 90. yaş günü için kaleme aldığı yazısında: “Adnan Çoker; Bizans, Selçuklu, Osmanlı mimarî formlarını resimsel konturlara
Sanat dünyası sonbaharı bekliyor. Eylül ayından başlayarak İstanbul son derece hareketli günler geçirecek.
Öncelik tabii ki İstanbul Bienali’nin. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 17. kez düzenlenecek olan bienal sadece ülkemizin en önemli sanat etkinliklerinden değil aynı zamanda bölgemizin de başlıca sanat olaylarından biri. Bu yılki edisyon Ute Meta Bauer, Amar Kanwar ve David The üçlüsünün küratörlüğünde 17 Eylül’de kapılarını açacak. Beyoğlu, Kadıköy, Fatih ve Zeytinburnu’nda yer alan 12 sergi mekânı arasında beni en çok meraklandıran uzun yıllardır restorasyonu devam eden Mimar Sinan’ın ilk eserlerinden olan Çinili Hamam ve Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi. Bu edisyonda sadece sanatçılar değil düşünür, yazar, şair, mimar, radyo programcısı, balıkçı, etnomüzikolog, ornitolog gibi farklı alanlardan 500’ün üzerinde katılımcının yer alacak olması son derece heyecan verici. Eserleri gördüğümüzde daha geniş bir şekilde
Türkiye, son yıllarda savunma sanayi alanında gösterdiği başarılarla dünya çapında bir oyuncu oldu. İHA ve SİHA’larla yurt içi ve yurt dışındaki teröristlerle mücadelesini kuvvetlendirdi. Uzun yıllardır devam eden Ermenistan’ın Karabağ işgalinin sona ermesinde Türkiye’den alınan SİHA’ların son derece etkin olduğu tüm dünyaca kabul edildi. Son olarak da Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla başlayan süreçte SİHA’lar, Rusya’nın daha fazla ilerlemesinin önüne geçti. Ukrayna’da Bayraktar tarafından üretilen SİHA’lara şarkılar yazıldı, çocuklara isim olarak verilmeye başlandı. Biz özellikle Güney Amerika kıtasında Türk dizilerinden dolayı Türkçe isimler verilmesine alışmıştık ama bu son yaşanan hayli ilginç ve ilerleyen zamanlarda tez konusu olabilecek bir gelişme. Türkiye, bölgedeki etkin konumunu sadece politik alandaki gelişmelerle değil yumuşak güç (soft power) alanında yaptığı hamlelerle de güçlendirmeye çalışıyor.
9 Ağustos günü