Yerebatan Sarnıcı geçirdiği restorasyon sonrasında geçtiğimiz günlerde açıldı. Açılmasıyla birlikte birçok tartışmaya da neden oldu.
Öncelikle 1500 yıllık sarnıcın girişi dikkat çekiyor. Var olan taş cephe nedenini anlayamadığım bir şekilde alüminyum kaplama ve otomatik kapıyla değiştirilmiş. 1500 yıllık bir sarnıca mı giriyorsunuz iş merkezine mi anlamak zor. Yerlere göklere sığdırılamayan bu restorasyonun en fazla eleştirilen yönlerinden biri bu. Bu eleştiriyi yapmak için uzman olmaya gerek yok.
Sarnıcın içine gelirsek önceki İBB yönetimi döneminde başlayan proje bence başarılı bir şekilde uygulanmış. Daha önce de planlandığı gibi sarnıcın yürüyüş alanı genişletilmiş, bu da alanın heybetini ve ihtişamını daha iyi anlamaya yardımcı oluyor.
Sarnıcın açılışıyla birlikte sanatseverleri beklenmedik bir sürpriz karşıladı. Sarnıç artık, daha çok çağdaş sanat eserlerine ev sahipliği yapacak olan bir galeri işlevi de sağlayacakmış. Yerebatan Sarnıcı’nın, yenilenmiş hâlinin bu tarz bir galeri işlevine sahip
Yaz ayları gelince hayatın olağan akışı bir anda yavaşlıyor. Hemen herkes daha yavaş... Bunun toplumsal ve tarihi kökleri mutlaka vardır. Sanat söz konusu olunca da benzer bir tablo ortaya çıkıyor. Hem sanatçılar hem de galeriler farklı bir çalışma yöntemi çiziyorlar. Galeriler pek yeni sergi açmıyorlar. Eylülü bekliyorlar çünkü eylülde özellikle İstanbul’da sanat dünyası hızla hareketleniyor. Bu yıl da benzer bir tabloyla karşı karşıya kalacağız. Geçtiğimiz günlerde açıklanan 17. İstanbul Bienali sanatçı listesi bunun bir göstergesi.
Bir de galeriler artık yaz sergilerini Bodrum, Alaçatı gibi tatil bölgelerinde açıyorlar. Bu; dünyada örneklerine sık rastladığımız, ülkemiz içinse yeni sayılabilecek bir uygulama. Sonuçlarını, etkilerini, satışlara yansımalarını bu yıl olmasa bile önümüzdeki yıllarda daha net bir şekilde görebileceğiz.
Devasa rüzgâr gülü
Dünyaca ünlü Amerikalı sanatçı Jeff Koons’un Yunanistan’ın İdra (Hydra) adasında
İstanbul, sanat alanındaki hamlelerle dünyanın en önemli şehirleri listelerine tekrar girmeye başladı.
Time Out, İstanbul’u dünyadaki 50. şehir seçerken şu gerekçeleri sıraladı:
Salgın etkisinden hızlıca sıyrılmış bir şehir.
Şehrin kendine özgü mutfağına son zamanlarda Suriye ve İran’dan gelen mültecilerin yaptığı katkı.
Şehrin ilk Michelin rehberinin lansmanı.
17. İstanbul Bienali ve sayısız müzikal etkinlik.
Ayrıca yıllarca süren çalkantıların ardından ikonik Atatürk Kültür Merkezi’nin, cesur bir opera, tiyatro, konser ve film gösterimleri programıyla bir kez daha açılması.
Ve son olarak 2022 yılında açılacak olan Renzo Piano’nun yeni İstanbul Modern Müzesi’yle taçlandırılan tarihi Karaköy sahilinin devasa yeniden yapılanması Galata Limanı.
Beşir Ayvazoğlu’nun Nisan ayında Kapı Yayınları’ndan çıkan “Öteki Canlar” isimli kitabını nihayet okuyabildim. Edebiyat ve kültür tarihimizdeki bazı hayvanları ele alıyor Beşir Ayvazoğlu bu kitabında. Bu hayvanlar sırasıyla kedi, köpek, eşek, karga, leylek ve güvercin.
Ayvazoğlu’nun her zamanki titizliğiyle ele alınmış kitap hem rahat okunuyor hem de edebiyat ve kültür tarihimizde, en azından benim için, az bilinen anektodlar, örnekler ile alıntılardan oluşuyor. “Büyük Kedi Katliamı” isimli bölümle başlayan kitabı soluksuz okudum. Kendimi kedisever kategorisine koyduğum için kedilere dair bölüm benim için daha cazipti. Lakin karga ve leylek bölümünden bu hayvanlara dair ne kadar az şey bildiğimi fark ettim.
Biyografilerin önemi
Uzun yıllar boyunca arşivlerden yararlanarak yapılan çalışmanın neticesi beni tatmin etti. Ayvazoğlu Hocamız “Önsöz”de kitaba başlarken aklında at, geyik, papağan ve baykuşun da bulunduğunu ama kitabın bu hayvanlar olmadan bile 500 sayfaya yaklaşmasından
Sanat dünyasından yıllardır gözlemlediğim, habis bir ur gibi saran bir durum var. Bahsedeceğim bu husus belirttiğim gibi gözlemlerime dayanıyor. Bu sebepten somut örneklere gir(e)meyeceğim.
Sanat dünyasındaki irili ufaklı kurumların tamamı kendi çevreleriyle iş yapma derdinde. Sanat doğası gereği yeniye, yeniliğe, değişime açıkken ülkemizdeki sanat dünyasında bunu görmek maalesef pek de mümkün değil. Bu açıdan bakınca birçok Avrupa müzesinde gördüğümüz sıkıcı, muhafazakâr havayı burada da görmek mümkün.
Sadece kendi çevreleriyle iş yapan bu kurumlar doğal olarak diğer çevrelerde olan bitenden de haberdar değiller. Bunun temelinde kurum kültürlerinin kemikleşmiş olması ve hep aynı profildeki çalışanların yer almasını rahatlıkla söyleyebilirim.
Muhafazakâr ve dindar kesimin bu alanda daha esnek olduğu da belirtmem gerekiyor. Evet orada da benzer profilde insanların ağırlıklı olduğunu görmek mümkün. Muhafazakâr ve dindar kesimin esnek olmasının needeni bu alanda
Roger Garaudy, şüphesiz 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biriydi. Bu Müslüman olmadan önce de böyleydi, Müslüman olduktan sonra da böyle olmaya devam etti.
Bilmeyenler için kısaca Garaudy’nin hayatına bakalım:
1913’te Marsilya’da dünyaya geldi. 1952’de Sorbonne’dan felsefe, 1954’te SSCB Bilimler Akademisi’nden bilim dalında doktora unvanı aldı. Fransız Parlamentosu’nda milletvekili, meclis başkan yardımcısı ve senatör olarak görev yaptı.
Her daim doğruyu, inandığını söylemekten çekinmedi. Üyesi olduğu Komünist Partisi’nin her koşulda Sovyetleri desteklemesini eleştirdiği için partisinden ihraç edildi.
Garaudy’nin çok önemsediğim bir anektodu var. Üniversitede felsefe dersleri verdiği dönemde rektöre gidip felsefe yerine estetik dersleri vermesi gerektiğini söyler. Çünkü felsefe alanında kendisinin yetkin olmadığını ve kapasitesinin eksik olduğunu düşünmektedir. Rektör bu tavra anlam veremez. “Sayın Garaudy siz bu ülkede
Son dönemde özellikle muhafazakâr kesimden kişilerin düzenlediği sergilerde bir husus dikkatimi çekiyor. Artık bu sergilerde “küratör”ler yer alıyor. Daha önceki dönemlerde mesela bir sanatçının solo sergisi düzenlenecekse sanatçı her şeyi kendisi yapardı, bir küratör kullanmazdı. Bunun değişmiş olması son derece önemli. Hem sanatçının, hem de sergilere ev sahipliği yapan kurumların buna dikkat ediyor olması önemli bir gelişme. Ama bunu yaparken kimin küratörlüğü üstlendiği gerçeğinin daha önemli olduğunu hatırlatmam gerekiyor. Bu gerçeği bir örnek üzerinden açıklamak daha doğru olur kanaatindeyim.
19. yüzyıl sonlarında ABD’den başlayarak ve daha sonra Avrupa’nın önemli ve büyük şehirlerinde yerleşim biçimleri değişmeye başladı. İlk apartmanlar bu tarihlerde ortaya çıktı. Kısa zaman sonra İstanbul’da da bu tarz yapıların örneklerini görmeye başladık. Ragıp Paşa Apartmanı, Mısır Apartmanı, Doğan Apartmanı, Valpreda (İtalyan) Apartmanı, Harikzedegan
2020 yılı birçoğumuz için son derece sarsıcıydı. Dünyayı etkisi altına alan salgın herkesin hayatında önemli etkiler bıraktı. Sadece günlerce evlerde kapalı kalmadık aynı zamanda tanıdığımız, sevdiğimiz insanları kaybettik. Ama görünen o ki salgının etkisinin zayıflamasıyla, hatta bitmeye yüz tutmasıyla, bu acılar da azaldı. Psikolojimizi bozan eve kapanma zorunluluğu, sevdiğimiz insanlarla görüşememenin getirdiği asosyallik hızlıca ortadan kalktı.
Birçok sanatçı ve yazar için bu kapanma hâli üretim için bir fırsat oldu. Yarım kalan kitabını bitiren birçok yazarı şahsen tanıyorum. Günlük hayatın uyaranlarından ve “bazı” gereksiz etkinliklerden kaçınmak onlara aradıkları imkânı sunmuş.
20. ve 21. yüzyılların en önemli ressamlarından İngiliz David Hockney ziyaret için geldiği Normandiya’da yakalanır salgına. 55 yıldır Los Angeles’ta yaşayan Hockney için bu hem kısıtlayıcı bir durumdur hem de büyük bir fırsat olur. 2010 yılından beri iPad’le resimler yapan Hockney üretkenliğini