Geçenlerde, ülkemizde yaşatılan “ergene kon”santre olmak yerine, ceplerimizdeki “kir iz”lerini ortadan kaldırmaya odaklanmış bir hükümet gördüm rüyamda. “Pek kaka ” olayların yaşanmadığı, “ham mas ”um çocukların ölmediği bir dünyada yaşıyorduk. Her fırsatta karşımıza suçlamalarla çıkanlar yoktu rüyamda. Aksine “erme ni ”telikli, geçmişle uğraşmak yerine gelecekle ilgilenen ve gelecekte ülkemizi çok iyi yerlerde gören yandaşlarımız vardı.
Hayalini kurduğum bu ütopyada “ak epe”yce aktı. Hani öyle içinde kara çarşaflar barındırmayacak kadar ak. Üstelik can “sıkan dal ”lamaların olmadığı, yaşamadığı, yaşatılmadığı bir yerdi ülkem. Tıpkı bütününde olduğu gibi, o güzelim uçsuz bucaksız yaylalarında görüp görebileceğiniz en güzel “tay, ip ”siz, özgürce koşabiliyordu.
“Seç im ”kanımız varken “hali fe”vkaladenin fevkinde olma imkanı olmayan bir başbakan seçmiştik bu ülkeye. Halkın sadece seçim öncesinde kendisine yapılan üç beş kuruşluk yardıma kanarak, dalgınlık“la ik”tidar seçmediği iyice ölçüp biçim, mantığıyla başa getirdiği bir hükümeti vardı.
Öğrenmeye ve ilerlemeye “AB”eceden başlamıştık rüyamda. Bankaların batmadığı hatta çeşit çeşit, tür “tür ban”kaların açıldığı, kapanmanın
Posta Gazetesi’nden Müge Dağıstanlı yazmıştı. Üç aylık kocası Önder Bekensir’in baş harflerini omzuna dövme olarak yaptıran sosyetik Süreyya Yalçın, bu sefer de şimdiki sevgilisinin baş harfini kolye olarak takıp dolaşıyormuş. Şimdilik eski kocasının dövmesini saçlarıyla gizliyormuş ama yakında kalıcı olarak da sildirecekmiş. Sonra mı? Tahminimce sonra da şimdiki sevgilisinin adını dövme yaptırabilir. O kadar saf olamaz mı sanıyorsunuz? Valla söz konusu ünlü alemi olunca asıl şaşırmak saflık olur.
Hem zaten Süreyya Hanım bu konuya ne ilk ne de son örnek. “Bu sefer aradığımı buldum” ya da “Bu zaten son aşkım olacak” gibi düşüncelerle yola çıkıldığı kesin. Ama ey ahali, son 10 yılda boşanma artış oranının yüzde 80.7 olduğu açıklanırken sen hâlâ bir yerlerine kalıcı dövme yaptırmanın peşindesin. Bu nasıl iş?
Dövmeden kurtulmanın üç yolu
Üstelik insan böyle bir haltı yedi mi geriye üç şansı kalıyor. Ya sırtına sevgilisi Zaza Enden’in baş harfini kazıtan Ece Gürsel veya eski eşi Ozon Orhon’un adının dövme yaptıran Yeşim Erçetin’in ayrıldıktan sonra yaptığı gibi yapacaksınız. Yani Angelina Jolie’nin eski kocasının adının (Billy Bob) üzerini kapatmak için yaptığı gibi var olan
Ve başkanlık töreni başladı. On binlerce hatta yüz binlerce insan bir meydanda toplanmıştı. Bunun onlarca katı da evinde televizyon karşısında naklen bu tarihi ana şahit oluyordu. Kimse havanın soğukluğunu, hastanelerde zor günler geçiren hastaları, savaşın yaralarını sarmaya çalışan zavallıları ya da yiyecek ekmek parası bulamayanları, işsiz, evsiz ya da kimsesizleri düşünmüyordu.
Herkes o anda yeni başkanını kutlamak ve görevine başlarken söyleyeceği ilk sözleri duymak için sabırsızlanıyordu. Sadece halk ve siyasiler değil, ünlü şarkıcılar ve aktörler de oradaydı. Hatta bazıları yeni başkanını kutlamak için şarkılar söyleyecek bazıları da mini konuşmalar yapacaktı.
Kutlamanın açılış konuşmasını ünlü sanatçı Hülya Avşar gerçekleştirdi. (Obama’nın töreninden mi bahsedeceğimi sandınız!) Avşar başkan için övgülü sözlerine “Çok uzun zamandır ortaya çıkmamış duyguları var. Bir destek verilse belki hüngür hüngür ağlar. Ürkek bir kedi gibi amatör bir tarafı var” diyerek başladı.
Kalabalığı coşturdu
Avşar’dan mikrofonu devralan Ahmet Özhan da söylediği ilahilerle kalabalığı iyice coşturdu. Özhan’dan sonraysa sahneye Burhan Çaçan çıktı. Çaçan da başkanın en sevdiği ilahilerle
Önce yabancı bazı dizilerde ve filmlerde gözüme çarptı şu affetme konusu. Sonra bir baktım cümle alem diline dolamış. “Affetmek, affetmek” deyip duruyorlar. Kısaca herkes bir şekilde affetmenin gücünden, faydalarından, hayatınıza katacaklarından vs. bahsediyor. Ama kimse tam olarak nereden başlamanız gerektiğini, kimi veya neyi affetmeniz gerektiğini söylemiyor. Sanki “Onu da sen bul” der gibi lafı dolandırıp duruyorlar. Neyse ki Pelin var…
Bilmem fark ettiniz mi? Bugünlerde herkesin bir yaşam koçu var. Benimki de Pelin Narin TEKİNSOY. Hem koçum hem arkadaşım. Konusunda uzman, eğitimli, başarılı, inanılmaz enerjik biri Pelin. Geçenlerde sohbet sırasında “Affetme Seminerleri”ne başlayacağını hatta bu konuda bir de yazı yazacağını söyleyince “Hah” dedim, “Nedir, neyin nesidir bu affetme meselesi? Neden herkes affetmekten bahseder oldu? Bir tür moda mı yoksa gerçek bir ihtiyaç mı?” “Dur” dedi. “Önce şu yazımı yazayım, sen de bir oku sonra hala varsa soruların, sorarsın” dedi. Hafta başında yollamış. Hemen hevesle okudum. Bir hayli açık yazmış aslında. Ama mesleki deformasyondan olsa gerek ben yine tutamadım kendimi dizdim soruları.
“İnsan önce kendisi için affedebilmeli demişsin ama
First Lady. Türkçe meali ile Başbayan. Oldum olası bayan kelimesinden nefret etmişimdir. Ama söz konusu ülkemizin şu anki First Lady’leri olunca bu “bayan” sıfat beni bile rahatsız etmedi!
Elimde değil özellikle Emine Erdoğan ne yapsa yanlış yapıyormuş gibime geliyor. Aslında ben genelde ne yaptığına değil de neler yapmadığına kızıyorum. O kadar sessiz o kadar silik bir imajı var ki hakkında yazılıp çizilenler giydiklerinden ve görüntüsünden öteye geçemiyor. Halbuki ben tüm dünyanın gözünün kulağının çevrildiği resepsiyonlarda Türk kadınını daha başka temsil etsin istiyorum. Yerli yabancı tüm basının ilgisini; yaptığı iyiliklerle, ses getiren kampanyalarla, ortalığı yerinden oynatan sosyal sorumluluk projeleriyle çeksin istiyorum.
Haber yüzümü güldürdü
Bu yüzden de ne zamandır bekliyorum. İyi bir şey yapsa da yazsam diyorum. Yüzümün kızarmasına bile razıyım. Ama bugüne kadar kısmet olmadı. Emine Erdoğan’dan bir türlü beklediğim hamle gelmedi.
Tam ümidi kesmiştim ki geçtiğimiz çarşamba gazetelerde okuduğum bir haber yüzümü güldürdü. Erdoğan ilk kez takdir ettiğim bir adım atmıştı. İlk kez gazetedeki fotoğrafına bakarak “İşte Türk kadını” dedim göğsümü gererek.
F
2008 gerisinde magazin tarihine geçecek olaylar bırakarak tarih oldu. Geçtiğimiz yıl öyle bir yıldı ki kimi kavramları tamamen değiştirdi, kimine yeni anlamlar kattı, kimini de tarihe gömdü.
Balon
Eskiden balon dendiğinde benim aklıma ilk olarak çocukluğumda Adana’daki Atatürk Parkı’nda satılan rengarenk uçan balonlar gelirdi. Sonra bu kavram yerini balon aşklara, balon işlere hatta balon haberlere bıraktı. Ama artık biri balon dediğinde aklıma hiçbiri gelmiyor. 2008 ile birlikte balon kavramı benim için Melih Gökçek demek oldu!
Teğet
Oldum olası matematik derslerini çok sevmişimdir. Problem çözmek bulmaca çözmek gibi gelirdi bana.Tarsus Amerikan Koleji’ndeki sevgili matematik hocalarım bana ‘teğet’in “Bir eğrinin yanından geçen ve ona ancak bir noktada değen doğru” olduğunu çok uzun seneler önce öğretmişti. O yüzden Başbakan “Kriz bize teğet geçer” dediğinde bu cümleyi ben de pek çok Türkiye vatandaşı gibi yukarıdaki tanıma göre yorumlamıştım. Ama meğer hocalarım da ben de yanlış biliyormuşuz. Meğer teğet geçmek konu ekonomi ve Başbakan olunca “yarıp geçmek” anlamına da gelebiliyormuş! 2008’de bir kelimeye daha yeni bir anlam katmayı öğrendiğimiz için “Hamdolsun!”
Iraklı gazetecinin fırlattığı, Bush’un kafasının üzerinden uçan ve Türk malı olduğu iddia edilen ayakkabılar şu anda şüphesiz ki dünyanın en ünlü ayakkabıları. Ama tahmin edersiniz ki konu ayakkabılar olunca dünyaca üne kavuşmuş tek çift onlar değil. Önce oturup biraz düşündüm. Sonra da biraz araştırdım. İşte bana göre Bush’a fırlatılandan sonra dünyanın en ünlü ayakkabıları:
2- Kürsü döven:
1960 yılında New York’ta gerçekleşen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda da başrolde bir ayakkabı vardı. Sovyet Rusya’yı temsil eden Nikita Khrushchev herkes gibi kürsüye yumruğunu vurmanın yeterli olmayacağına karar verince ayakkabısını çıkarmış ve kürsüyü onunla döverek dikkat toplamaya çalışmıştı. Global olarak gülmüştük!
3- Bombalı:
Havaalanlarında, bir sıra insanın önünde, ayakkabılarını çıkartıp X-RAY’den yalınayak geçmekten nefret eden tek insan olmadığımı biliyordum. Ama her gün bu muameleyle karşı karşıya kalan binlerce insanın suçlaması gereken tek bir kişi olduğunu yeni öğrendim: Richard Reid! Meğer “Ayakkabı Bombacısı” olarak da bilinen Reid ayakkabısının altına yerleştirdiği bir bombayla bir uçağı patlatmaya çalışmasaymış hiçbirimiz havaalanlarında bu rezil kontrollere
Kullan at: Popüler kültürü ayakta tutan ve hatta temelini oluşturan kelime ikilisi. İnsan rahata kolay alışır derler, acaba “kullan at”çı zihniyet rahatlık mı? Yoksa yozlaşmanın en ciddi delili mi?
Aslında “Kullan at” kavramı Amerikalıların çok sevdiği bir kavram. Tüketimin pek çok alanına yedirdiler bu kavramı. Fotoğraf makinelerinden, kıyafetlere, mutfak gereçlerinden kırtasiyeye neredeyse her alanda tek kullanımlık ürünleri var. Yakışır onlara. Temelleri güçlü bağlar kurmayı sevmeyen soğuk bir kültür çünkü onlarınki. Belki daha saf daha duygusal bir anımda sorsanız, biz Türkler için de aynı şeyi söylerdim. Ama gerçekçi olmak gerekirse bizim durumumuz da en az onlar kadar vahim artık. Üstelik biz başka türlü bir hızlı tüketimin içindeyiz. Biz sadece giysilerimizi, alet edevatlarımızı değil, sosyal ilişkilerimizi, kariyerlerimiz hatta evliliklerimizi bile bir kere kullanıp atma eğilimindeyiz artık.
Tek kullanımlık evlilik
Münir Nurettin Selçuk, Yahya Kemal’in “Dönülmez akşamın ufkundayız”ı 1950 yılının baharında bestelemiş. Yaklaşık altmış yıldır hâlâ aynı tazelikte ve aynı coşkuyla dinliyor, söylüyoruz. Diğer yandan bundan çok değil altı ay önce yapılan onlarca besteden