Atatürk Havalimanı’na giderken aramızda konuşuyoruz; “Bu mevsimde kim İstanbul’dan Katanya’ya gider?” diye... Ama uçak dolu ve yolcuların yüzde 70’i Türk! Demek ki, bu destinasyon şimdiden tutmuş... Katanya, Sicilya’nın en büyük iki şehrinden biri. Sahili, oteller ve bizim Kumburgaz’ın kalitelisi misali, konutlarla dolu. İstikametimiz Taormina; Sicilya’nın bir tepe üzerinde kurulan küçük şehri. Aslında bir uzun cadde, şehri baştan başa katediyor, adı Corso Unberto.
Sofra şarapları ünlü
Bu cadde etrafında restoranların, barların ve sanat evlerinin bulunduğu minik sokaklarla kaplı. İnişli, çıkışlı yolları var. Her tepenin üzerinde bir haç ve bir azizin heykeli dikkat çekiyor. Restoranlar başarılı, zaten Sicilya mutfağı Akdeniz’in zengin mutfaklarından biri. Sofra şarapları ünlü.
Gezginler der ki, “Sicilya’ya gittiğinizde, Taormina’nın gerçek atmosferini solumadan gelmek, adayı teneffüs etmemek demektir.”
Şehrin gelir kaynakları arasında turizm, şarap, seramik ve parfüm imalatı öne çıkıyor. Ana cadde Corso Unberto’ya girer girmez gözümüze bir dükkan takılıyor. Önü bodur limon ve portakal ağaçlarıyla dolu, vitrini şık ve adı Lerbaryo.
Sahibi Maryo, bir Türk dostu. Kendi doğal
Antep’in en başarılı restorasyon gören, halka yeniden kazandırılan binalarından birisi de Bayazhan. 1900’lerin başında Bayaz Ahmet Ağa tarafından yaptırılan bu muhteşem Halep tipi taş bina, tarih boyunca her kavrama ev sahipliği yapmış. I. Dünya Savaşı sonrası işgal sırasında İngiliz ordu karargahı, askeri cezaevi, tekel baş müdürlüğü, yapılışından yüzyıl sonra belediye bünyesine geçirilerek, kent müzesi restoran, pub, meyhane, çocuklar için oyun evi ve toplantı salonuna dönüştürülmüş.
Bir akşam yemeği için bizim de yolumuz Ala Carte Restaurant’ına düştü. Başlangıçlar içerisinde ilk defa yediğim fıstık filizi salatası vardı. Fıstık filizi piyazının ana maddesi olan filiz, Harran Ovası’nda senenin sadece
2 - 3 ayı toplanıyor.
Antep cacığı, közde biber, mevsiminde zeytin piyazı, pastırmalı Hatay humusu, Antep peyniri ve karışık Antep dolmaları ara sıcak olarak muhteşem bir tat. Kiremitte Antep peyniri, içli köfte, Bayazhan yaprak ciğer de ana yemeklerde tadılmalı... Yuvalama ve ekşili ufak köfteyi de unutmamalı.
Salatalarda ise pirpirim (semizotu), ezme, Antep salata, kaşık salatası ve bostane. Yine yöresel tatlardan mantarlı ve sade kuzu etinden güveçte yapılan kara
Bu satırlarımı Güney Doğu Anadolu’nun birçok medeniyetine ve kültürüne, yemekleriyle, kahvaltısıyla ve mezeleriyle girmiş olan Gaziantep Divan Oteli’ndeki odamdan yazıyorum.
UCLG-MEWA Kongresi göç, kültür ve gastronomi zirvesi bugün başlayacak. Kültür ve gastronomi kapsamında ‘Sürdürülebilir Kentleşme Oturumu’na moderatörlük yapacağım. Dolayısıyla sizlere yörenin yemekleri ve mekanları hakkında izlenimlerimi de aktaracağım.
Gaziantep’e gelince ilk ziyaret ettiğim mekan her zaman İmam Çağdaş’dır. Bu kez sahibi torun Burhan Çağdaş Bey’le sohbet imkanı da buldum. 1887’de “Akıl göz yanılır ama damak yanılmaz” diyerek mesleğe başlayan İmam Çağdaş’ın bu cümlesi, nesilden nesile devam etmiş ve düstur olmuş.
Gaziantep’te kebapçı adresi sorduğunuzda herkes size bu mekanın yerini gösteriyor. Bu mevsim bölgenin iki kebabının da tam zamanıymış. Bunlardan birisi Anadolu’nun trüf mantarı misali keme mantarı kebabı, diğeri de yeni dünyalı kebap. İkisi de başlı başına çok özel tatlar, fakat bizim gibi her ikisini aynı tabakta getirtip yememek lazım. Zira tatlar karışıyor. Yine soğan ve sarımsak kebapları da belli zaman dilimlerinde misafire sunuluyor. Menüyü süsleyen daha evvel tattığım
Gazetemizin yazarlarından Ali Eyüboğlu ile ender de olsa Nişantaşı’nda buluşur sohbet ederiz, bu seferki buluşma mekanımız La Vita’nın önündeki sokak masalarında oldu. Tıpkı Paris Sen Jermen misali, yoldan geçen arabalarla masamızın arasında belki 30 belki 40 cm vardı. Bizleri koruyan ise kaldırım...
Burası enteresan bir mekan, Nişantaşı şubesi daha çok tatlılar, kurabiyeler, kekler ve pastalarıyla ünlü. Fulya ise cafe gibi olmasına rağmen Zonguldaklı şef Mutlu Karakaya’nın el becerisi nedeniyle bir ala carte restoran gibi hizmet veriyor.
Tabii bunda pay sahibi işletmeci ortak Ali Demiralay ile şirketin ortağı ve yaratıcısı eski gazeteci, televizyoncu dostumuz Barboros Yüksel.
Aile işin ucundan tutmuş
Diyetisyenlerin reçetelerine giren pastaneden ziyade eczane, gurme market gibi satış yapan La Vita’nın önce kuruluşunu konuşuyoruz. Oldukça enteresan. 2005 yılında bir aile işletmesi olarak kurulmuş. Barbaros Bey’in kız kardeşi, eşi, eniştesi, hepsi işin bir ucundan tutmuşlar, dünyayı dolaşmışlar ve sonuçta doyurucu, az kalorili, yağsız, kepek ve tam tahıllı buğday unundan yapılmış gıdaları misafirleriyle barıştırmayı sağlamışlar.
Bizim orada bulunduğumuz
70’lik Meyhane’ye girince gözümün önüne ilk içkili lokantaya gittiğim 60’lı yıllar geldi. Galiba insan, hayatının ileriki dönemlerinde hep eskiyi düşünüyor ve o günleri özlüyor. Duvarlar o yıllarda ki muhteşem bakir, trafik tıkanıklığı olmayan manzaralardan oluşan fotoğaflarla dolu. Hele bir tanesi beni çocukluğuma götürdü.
Gençliğimin de geçtiği; Kadıköy Altıyol. Sırf bu fotoğrafları seyretmek için Sarıyer Armutlu’ya tekrar gidebilirim. Burası Cihansın’ın yazdığı bir makalenin ilk satırlarındaki gibi 40 yıldır meyhaneye giden müdavimlerin mutlu olacakları bir ruha sahip. Lokasyon olarak merkezi bir yerde değil ama ilerisi için lüks yeme - içme potansiyelini başlatmış olan bir güzergah üzerinde. Kolaylıkla ulaşıp arabanızı park edebiliyorsunuz, ana arterlere yakın. Orta büyüklükte ferah bir dükkan.
Burayı iki dost komşu restoran işletmecisi, eski mekanlarını kapatarak kendileri bir meyhanede ne arıyorlarsa, dostları da bulsunlar diye açmış. Doğru da yapmışlar. Cihansın Gülle, turizmdeki üst düzey yöneticiliğini bırakmış ve mutfağa girmiş. Hayal ettiği tüm mezeleri yalnızca kendisi yapıyor. Enteresan olan yardımcısı bile yok, sadece destek veren iki personeli var.
İkinci
Moda Deniz Kulübü, 1935 yılında Atatürk’ün kararıyla deniz sporlarının ve çağdaş yaşamın geliştirilmesi amacıyla kurulmuş ve gayesinden bugüne kadar hiç sapmamış bir kulüp. Kızım Aylin de uzun yıllardır kulübün üyesi olarak faaliyetlerde bulunuyor. Bu yıl da kulübün genel müdürü Ayhan Alpakın, gastronomi etkinlikler serisi düzenledi. Yiyecek - içecek ve eğlence alanındaki birçok faaliyetini takip ettiğim Morfi Menahem’in danışmanlığıyla ünlü mutfak şeflerini kulübe davet edip, tadım menüsünü üyelerinin beğenisine sunuyorlar. Ben de geçtiğimiz hafta Çeşme’de adeta kapalı gişe müşteri ağırlayan, İstanbul’da da kış mevsimi için bir mekan açan Kemal Demirasal’ın tadımına katıldım. Servis bana Chaine De Rotiseur yemeklerini hatırlattı. Keşke olsa... Moda Deniz Kulübü’nün kapısına bir Chaine De Rotiseur arması yakışır.
Demirasal’ın parmak ısırtan başarısı
Şimdi gelelim Kemal Demirasal’ın enteresan bulduğum kısa hayat hikayesine...
34 yaşında olan kahramanımız, ekonomi okuyup sörf ticaretine başlamış. Zaten babası da milli sporcu. 80’lerin sonuna doğru ablası, annesi, babasıyla hayatlarını sörfle devam ettirmek için Çeşme’ye taşınmış ve bu sporun eğitimiyle profesyonel olarak
1950’lere kadar İstanbul’un en lüks otelleri Pera Palas, Tokatlıyan ve Park Otel’di. 1955’de Hilton’un açılması, İstanbul’da otelcilik alanına bomba gibi düştü. Muhteşem açılış töreni Hollywood’dan gelen Sonja Henie, Ann Miller, Diana Lynn ve Mona Freeman gibi sinema yıldızlarının katılımıyla yapıldı. Fakat Park Otel ve Pera Palas, bütün dönemlerinde İstanbul’un değişmez yüzük taşı olarak işlevine uzun seneler devam etti. 1930’lu yıllardan itibaren Atatürk, İstanbul ziyaretlerinde Park Otel’in misafiri oldu. İngiltere Kralı 8. Edward’ın bu otelde kaldığı ve onuruna büyük bir yemek verildiği de biliniyor. Benim hafızamda ise Park Otel, Yahya Kemal Beyatlı ile kalmış. Lise yıllarında bu büyük şairin şiir okuma ödülünü kazandığımda okul müdürümüzün bizleri Park Otel’in çay salonuna götürdüğü ve onun bizi öptüğü anlar hafızamdan çıkmadı.
1960’lardan sonra oluşan modern mimariler, bu otelleri mağlup etti. Park Otel, 1979 yılında kapatıldı. 1987 yılına kadar bir satış dönemi geçti ve rahmetli dostum Yalçın Sürmeli binayı satın aldı. O dönemde belediye başkanı olan Bedrettin Dalan’ın, “İstanbul’da beş yıldızlı yeni oteller açmamız gerekiyor” sözleriyle inşaatlar başladı. Nurettin
Zürih’e 17 yıl önce görev icabı gitmiştim ve hafızamda çok fazla anı kalmamıştı. Bu kez tamamen turistik amaçla üç günlük bir zaman geçirdim huzur dolu bu İsviçre kentinde. En çok hoşuma giden, yürüyerek yada tramvayda her yere çok süratle ulaşabiliyor olmak oldu. Özellikle yaşlıların, her zaman şık ve bakımlı oluşları, gölün kenarındaki sabah yürüyüşümüzde yürüyen, köpek gezdiren herkesin birbirini selamlaması, korna sesi duymamak, kavşaklardaki trafik ışıklarını herkesin beklemesi, özlem duyduğum hususların çok az bir kısmı...
Şehrin ana tren garına göl kenarından yürürken, karşıdan içinde sadece şoför olan bir polis arabası geldiğini gördüm. Arkasından da ellerinde Çince yazılı dövizler ve resimler taşıyan 300 - 400 kişilik bir grup gösteri yapıyordu. Ne taşkınlık, ne zarar verme vardı. İçimden burada yaşayan herkes İsviçreliler’e benzemiş dedim. Üç gün boyunca gördüğüm güvenlik gücü sayısı, iki elin parmaklarını geçmez.Hafta sonu herkes dışarıda, hafta içi de evinde ve işinde. Tek istisna iş - ev arası içilen bira veya şarap. Bizden çok daha az sigara içiyor, restoranlarda da daha sabırlı davranıyorlar.
Üç günde 6 polis
Tertemiz bir banliyö treniyle gittiğimiz Luzern’de