Siyasette, ticarette gündelik ilişkilerde kazanmak mı istiyorsunuz? Öyleyse bu yazıyı kesip göreceğiniz bir yere asın.
Yeni bilgi edinmekten hoşlanmayan, özet sever bir ülkeyiz, özetleyeyim;
Bir, kamuoyu araştırmalarına para ve zaman harcamayın. Okunaksızlaşan dünyada, insanlar rakamlardan okunamaz.
İki, büyük projeler vadetmekten vazgeçin, “insan psikolojisi”ne odaklanmak, en kazançlı projedir.
Üç, “güven” ve “güvenlik” garantisi veren iş ve yöntemlere öncelik verin.
Dört, insanlar güler yüzlü insanlarla iletişim kurmaktan hoşlanırlar, unutmayın. Baudrillard gülümsemenin kurumlaşmasına “ilgi aygıtı” diyor.
Beş, siyasetçiyseniz seçmeni, iş insanıysanız müşteriyi aracılarla anlamaya çalışmayın, doğrudan muhatap alın. Siz daha çok öğrenirsiniz, o daha çok sevinir.
Altı, doğaya zarar veren bir işi, projeyi asla onaylamayın. “Doğa sever”i oynamayın, öyle olun. İnsan kendine yapılanı affediyor, doğaya yapılanı unutmuyor.
Tam da Özgür Özel’in yeni bir özrü ve iletişim sorunu üzerine düşünürken, telefonuma bir mesaj düştü. Mesajda ünlü bir kahve markasının sloganı vardı: “Sen kimsin?”
Gülümsedim. Çünkü bu soruyu severim. İnsanların ve kurumların kendilerine sıkça yöneltmesi gereken sorudur.
Kim olduğunun cevabını netleştirmeden derdini tam anlatamazsın. Derdini anlatamayınca da amacına ulaşamazsın.
Acaba dedim, CHP yönetimi de bu soruyu kendisine soruyor mudur? Zira dışarıya yansıyanlar, sorulmadığını gösteriyor.
“Cumhurbaşkanı adayı kim olacak” sorusu, diğer tüm soruları bastırıyor.
“Sen kimsin” sorusu kimliği parçalara ayırır, geçmiş de o parçalardan biridir. Dolayısıyla CHP’de bu soru sorulabilmiş olsaydı, kurucusunun bir iletişim dehası olduğu, neredeyse hiç iletişim hatası yapmadığı görülebilir, daha özenli olunabilirdi. CHP kültüründe asıl olanın, kimin hangi göreve geleceğinden çok, halkın dertlerini öncelemek olduğunu bilirdi.
“Kim” olduğumuz
Gösteri, sosyal medyada son hız devam ediyordu. Taa ki televizyonda kahvesine altın tozu dökene kadar.
(Sosyal/ geleneksel medya ve etki konusuna girmeyeyim.)
Jetler, üç katı da pırlanta dolu mağaza hediye ediliyor, saçlar banknotla bigudileniyor, “enercii” cıyaklamaları milyon izleniyordu.
İnsanlar şaşkın ama hayran seyrediyorlardı.
Beş yıl önce toplu taşıma kullanan kadınla, şoförlük yapan adamın kapısında onlarca lüks araç vardı.
Gösteri endüstrisi tam gaz sürerken, “Bu kadar kısa sürede bu servet nasıl yapılır”ı soran yoktu.
“Vay bee” diyorlardı, “onlar yırttıysa hepimiz yırtabiliriz”. Neoliberalizm rızayı böyle üretir, algıyla oynayarak.
Ekranda altın tozlu kahve höpürdetilince devletin kurumları o soruyu sordu: Nereden buldun?
Bugün sonbaharın ilk günü. Hafiften üşümeye başladık. Yaz rehavetindeki siyasi atışmalar sertleşiyor.
Biz “sonracı” bir toplumuz. Deprem, yangın, sel, darbe girişimi. Hep felaket sonrası çırpınıyoruz. “Önceci” olup, önlemleri alsak zararlarımız az olur.
Önceci olabilmenin ilk koşullarından biri “iletişim bilinci”nin gelişmiş olması.
Zira “onay”lanmadan, ne uzun yol yürünebilir, ne de herhangi bir yol tamamlanabilir.
Isınan ortamda, “bilgilendirdik oldu” dönemi bitti, sürecin iletişimi yönetilmeli.
Birkaç örnekle somutlaştırayım;
Gazze katliamlarında İsrail’e karşı en net duruşu olan ülkeyiz, gurur duyuyoruz.
Bu net duruş, iletişim dilimize de yansımalı. Müslümanlık üzerinden kurulan cümlelerle, İsrail’i destekleyen, İslam karşıtı kesimlere ulaşamayız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AK Parti’nin kuruluş yıldönümünde Parti teşkilâtına, ülke geneline ve dünyaya seslenirken altı çizilecek saptamalarından biri şuydu:
“Zamanın ruhu, alışılan siyaset tarzını değişime zorlamaktadır.”
“Aşk Yüzyılı Bitti”de, tam da Cumhurbaşkanının cümlesinin arka planını yazmıştım, 10 yıl sonra kendisiyle aynı noktada buluşmuş olduk.
“Zamanın ruhu” ilk Latince (genius saeculi) kullanılsa da, bilim dünyasında filozof Herder’in Almanca ifadesiyle yerleşti: “Zeitgeist.”
“Zamanın ruhu”ndan söz edildiği zamanlarla, “zamanın ruhsuzluğu”ndan şikâyet edildiği dönemler çakışıyor.
Herder, zamanın ruhunu anlayabilmek için iki koşulun gerektiğini söylüyor;
“Aklı eren, bilge kişinin itinalı eli” ve “zamanın ruhuna teslim olmak.”
Öyleyse, bu “ruha uygun siyaset tarzı” için ne yapmak lazım, özetleyeyim;
7 Ağustos 1938’de doğan, annemin biricik aşkı, Mustafa Kemal Atatürk’ün her daim askeri, Cumhuriyet değerlerinin yılmaz savunucusu ve öğretmeni babam Ahmet Yıldız’ı 9 Ağustos’ta kaybettim.
Gölgesine uzandığım çınar ağacım yok artık.
Hiç “Bu ailenin öznesi benim” demedi benim babam, hep yüklem olmayı seçmişti.
Her ihtiyacımıza yetişti, her ihtiyacımızı yetiştirdi. Kendisi öyle çok yokluk gördü ki, çocuklarına hiç “yok” demedi.
Benim babam yorulmazdı, onun da yorulabileceğini iki yıl önce, kalbi sıkışınca fark ettik biz.
Benim babam kimseden korkmazdı, biz dahil kimseyi de korkutmadı. Tek korkusu, Cumhuriyetin 100. Yılını, 2023’ü göremezse diyeydi, gördü. Yakındaki okulun kutlamalarına bile katıldı.
Çalışkandı, yapılacak ne varsa yapar, hiç “sonra” ya da “başkası yapsın” demezdi.
Cumhuriyetin öğretmeni olmakla hep gurur duyan babam, artık yok.
21. Yüzyıla o kadar çok isim verildi ki, burada sıralayamam. Ben şu üçünden birini seçerdim:
“Kaos çağı”, “belirsizlik çağı”, “şüphe çağı”.
Üçü de birbirinin içinden çıkıyor. Sonuç? Huzursuzluk.
Tehlikelerle dolu, nereden neyin çıkacağını bilmediğimiz bir ormandayız. Yanımızda teçhizat lazım: Yeni bilgi. Eski bilgi işe yaramaz.
Sadece son bir haftada yaşananlar bile her şeyden “şüphe” duymamıza yol açmalı, “şüphesiz” cümlelerden kaçınılmalı.
İran Cumhurbaşkanı, ABD Başkan Adayı, Hamas lideri suikastlere uğruyor. Hepsinde iki sonuç net: Kimin yaptığına dair şüpheler ve 3. Dünya Savaşı çıkacak beklentisi.
Beklenti ezber bilgiye, 1. ve 2. Dünya savaşlarına ait. Başlangıcı, bitişi, düşmanı, ittifakı, savaş alanları belli.
Oysa 3. Dünya Savaşı hiçbir zaman çıkmayacak. Çıkacak olan, yeni tür savaşların ilki: Hibrit savaş. “Farklı güç kaynaklarının birlikte kullanıldığı” sa
Siz kırmızı ışıkta duruyorsunuz, onlar geçiyor. Siz hız sınırına uyuyorsunuz, onlar uymuyor.
Kuralları hiçe sayan araçların pek çoğu lüks segment. Cezalar umurlarında bile değil. Kırmızı ışıkta geçmek herkes için 1500 TL! Benim için caydırıcı rakam, onun için değil.
Büyük haksızlık.
İçişleri Bakanıyla Maliye Bakanı bir araya gelseler, MTV’de olduğu gibi trafik cezalarını da araç sınıfına göre ayarlasalar ne güzel olur.
Kolayca yapılabilecek bir düzenlemeyle, biri trafik suçlarını azaltmış, diğeri ek gelir elde etmiş, halkımız da eşitlik hissi yaşamış olmaz mı? Olur.
Makyaj akıyor, yüz ortaya çıkıyor…
Palyaço makyajıyla unutulmaz “Joker” filminin ikincisinin gösterime girdiği tarih konuşulurken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tanımıyla “çağımızın Hitler”i Netanyahu da ABD Kongresine giriyordu.
Bu bir rastlantı olabilir mi? “Sosyal Bilimler ve Kaos Teorisi” anlatan biri olarak rastlantı kavramına inanmam.