Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun ülkemize yaptığı ziyaret Avrupa Birliği (AB) konusunu yeniden gündeme taşıdı ve ilginç tartışmalara yol açtı. AB’yi adeta Türkiye’yi iliğine kadar sömürüp parçalamak için kurulmuş bir teşkilat gibi göstermeye çalışan hiper komplocularla, AB ile bütünleşmeyi Türkiye için tek kurtuluş umudu olarak görenler Barroso’nun ziyaretini fırsat bilerek tüm cevherlerini ortaya döktüler.
Barroso, Türkiye’deki kutuplaşmayı dikkate alarak, AKP’nin kapatılması istemiyle açılan davanın Brüksel’de yaratmış olduğu şoku fazla vurgulamadı burada yaptığı konuşmalarda. Oysa kendi çevresindekilerin ifadesine göre, böyle bir gelişme hiç beklenmiyordu Brüksel’de ve kapatma davası AB çevrelerinde tam bir şok yaratmıştı. Davanın sonuçlanış biçiminin Türkiye - AB ilişkilerinin geleceğini doğrudan etkilemesi de kaçınılmazdı.
Ürkütücü diyalogsuzluk
Barroso’nun ziyaretinin beni en fazla rahatsız eden
Birkaç gündür Londra’dayım ve buraya her geldiğimde yaptığım şeyi yapıyorum, kitapçıları dolaşıyorum. Öncelikle de ekonomi, finans, küreselleşme, siyaset ve güncel olaylarla ilgili bölümlerde ne var ne yok ona bakıyorum. Hangi olaylarla, hangi konularla, hangi ülkelerle ilgili kitaplar daha fazla göze çarpıyor, onu anlamaya çalışıyorum.
Bugün gelinen noktada bunu anlamak için fazla çaba harcamak gerekmiyor aslında. Öncelikle Çin ile ilgili yayınlar ortalığı kaplamış durumda. Çin’in tarihinden coğrafyasına, kültüründen borsasına, sanatından âdetlerine kadar her yönünü inceleyen, benzersiz kalkınma atılımına ve yükselen bir küresel güç haline gelme sürecine odaklanan belki de yüzlerce İngilizce kitap çıktı karşıma. Çin’in yanı sıra Hindistan’la ve genel olarak Asya’nın yükselişi ile ilgili kitaplar da hayli fazla.
Bunlardan birini de Davos’tan tanıdığım, Singapur’un BM’deki eski büyükelçisi ve Singapur Ulusal
Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğü’nde “sağduyu” sözcüğünün karşılığı şöyle: “Doğru, akla uygun yargılar verme yeteneği”. Değişik kesimleri temsil eden sivil toplum kuruluşlarının başkanları çarşamba günü bir araya gelerek ortak bir bildiri açıkladı, toplumun tüm kesimlerine “sağduyu” çağrısı yaptı. Bildiride “Bugünlerde hepimizin en çok sağduyuya ve serinkanlılığa ihtiyacı var” deniyordu.
Bildiri toplumun tüm kesimlerine “sağduyu” çağrısı yapıyor ama bu çağrının öncelikle iktidar partisinin lideriyle ana muhalefet partisinin liderine yapıldığı bir sır değil. Her iki liderin bildiriye verdikleri ilk tepkiler ise bu çağrının hiçbir işe yaramayacağını ortaya koyuyor. Her ikisi de hem vücut dilleriyle, hem de söyledikleriyle bildiriye hiç aldırmadan bildiklerini okumaya devam edeceklerini ilan ediyor.
CHP lideri Baykal, sivil toplum kuruluşlarının girişimini “gerilim azalsın diye toplu ayin yapmaya” benzetiyor ve “Ticaret mantığı
İlhan Selçuk ile Cumhuriyet gazetesinin tarihi binasındaki ilk karşılaşmamızı unutmama imkân yok. Tarih 11 Eylül 1973. Ben o gün olanlardan habersiz, kitap düşmanlığının komediye dönüştüğü 12 Mart rejimi sırasında hazırladığım bir kitapla ilgili fikrini almak için İlhan Ağabey’i ziyarete gidiyorum. Bir dönem İttihat ve Terakki’nin genel merkezi olarak da kullanılan tarihi binaya girdiğimde, hangi yöne gideceğimi düşünürken mermer merdivenlerin eriştiği sahanlıkta beliren İlhan Ağabey’i görüyorum. Yüzünde acılı bir ifade var, “Duydun mu, Allende öldürülmüş” diyor. Donakalıyorum.
İlhan Ağabey’in önceki gün sabaha karşı evine düzenlenen bir baskınla göz altına alındığını duyunca, 35 yıl önce o karanlık günde onunla paylaştığımız derin sıkıntıyı hatırladım. Gene derin bir sıkıntı kapladı içimi. İnsanlık dışı davranışların zaman, ülke ve ideoloji tanımayan bir kalıcılığı olduğunu düşündüm. 12 Mart askeri yönetiminin Ziverbey’deki işkence evinde ağırlanan (!) İlhan
Dün önemli bir uluslararası finans kuruluşunun Londra’daki bir yetkilisiyle konuşuyorum. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması istemiyle açılan davanın Türkiye’ye yatırım yapanlar için bardağı taşıran damla olduğunu söylüyor. “Türkiye patladı, bazı çok büyük fonlar dahil, herkes Türkiye’den çıkmak istiyor, yüz milyonlarca dolarlık satış talebi var önümde” diyor. Türkiye’nin yakın geleceğini hiç de iyi görmüyor.
Türkiye büyüyen dış açığıyla zaten dikkat çekiyordu ve aşırı değerlenmiş Türk lirası küresel sistemdeki en zayıf halkalardan biriydi. YTL’nin değerinin bu güne dek korunabilmesi ise yüksek getirinin yanı sıra Türkiye’nin kendine özgü koşullarına bağlanıyordu. Şimdi bu “kendine özgü koşullar”, 21 Şubat 2001’de olduğu gibi, Türkiye’nin aleyhine işleyecek ve Türkiye’den para kaçışını körükleyebilecek.
Bunun sonucunda Türk lirasının nereye gideceğini ve ekonominin nasıl
Türkiye daha önce yaşanmış olaylardan ders çıkartma kapasitesinin çok düşük olduğu bir ülke. Umulan sonucu vermeyen bir yöntem yeniden kullanılabiliyor, felaketlere yol açan yanlışlar aynen tekrarlanabiliyor.
Türkiye’de seçmen desteğini arkasında hisseden iktidar partisi, ülkeyi tamamen kendi keyfine göre yönetebileceği yanılgısına kapılabiliyor.
Seçmen desteğinden umudunu kesmiş olan iktidar karşıtları ise seçmen desteğine sahip olan partiyi mahkeme kararıyla kapattırarak yeniden ülkenin hâkimi haline gelmenin hayaliyle yaşıyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kapatılması için açılan dava bu hayalle yaşayanları umutlandırmış durumda. Oysa bu yöntem bundan önce defalarca denendi ve sonunda siyasal İslam kökeninden gelen AKP Türkiye’nin hâkim partisi haline geldi.
Not artışı balonu
Şimdi mahkeme kararıyla AKP’den kurtulma umuduna kapılanlar geçmişten hiç ders almamış görünüyor. Girilen yol sonunda AKP’nin önünü açacak. Küresel ekonomideki
Dünya gözü Onlara gazete köşelerini, TV ekranlarını açan AKP'ye yakın, İslami referansları öne çıkan kesimden ise "Kritik noktada bizi yolda bıraktınız" şikâyetleri yükseliyor bizim "liberaller"e karşı. Yani iki cepheden salvo ateşi altında bizim "liberaller". Son günlerde Türkiye'nin tartışma gündemine damga vuran bizim "liberaller", Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) uzunca bir süre destek vermekle suçlanan bir grup aydından oluşuyor. Bizim "liberaller"in hiç değilse bazılarının AKP'yi eleştirmeye başladığı ortamda, laik düzenin korunması konusunda duyarlı olan kesim onları AKP'nin içeride ve dışarıda meşruiyet kazanmasına katkıda bulunmakla suçluyor. Bizim "liberaller" bürokrasinin vesayetinden kurtulmuş bir sivil rejimi, Avrupa standartlarında özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasiyi savunuyor, Türkiye'nin rekabetçi piyasa ekonomisini uygulayarak ve küresel ekonominin sağladığı fırsatlardan yararlanarak kalkınacağına ve toplumsal refahın artacağına inanıyor. Onların çoğunun dramı, bu görüşlerini İslami referansı öne çıkartan çevrenin yayın organlarında ifade etmek zorunda kalmalarından ve AKP'nin ilk iktidar döneminde onların gündemine en yakın parti olarak görünmesinden
Dünya gözü AKP'nin ilk hükümet döneminde yaptığı açılımlar ve genel yaklaşımı, farklı bir parti olduğu izlenimini güçlendirdi. Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın 2002'de daha seçim sonuçlarının alındığı saatlerde ilan ettiği Avrupa Birliği (AB) açılımı, ekonomide devralınan programın ve IMF ile ilişkilerin komplekssiz biçimde sürdürülmesi, devletin ve rejimin yapısını değiştirme girişiminin öne çıkmaması, AKP'nin kendisine oy veren çevrenin dışında da puan toplamasına olanak verdi. Batı dünyası ve uluslararası sermaye çevreleri de AKP'yi küresel oyuna uyum sağlayacak bir oyuncu olarak görmeye başladı. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2002 yılında iktidara aday olduğunda duyulan kuşkular, AKP'nin net bir seçim zaferi kazanarak tek başına iktidara gelmesi üzerine daha da artmıştı. AKP'nin nasıl bir yön çizeceği ve Türkiye'yi nereye götüreceği konusunda içeride ve dışarıda hissedilir bir belirsizlik vardı. AKP siyasal İslam kökeninden gelen ve "milli görüş" çizgisine bağlı kalan kendinden önceki partilerin tavrını andıran bir tavır mı sergileyecekti, yoksa farklı bir profil mi ortaya koyacaktı? AKP bu tutumuyla iktidarını sağlamlaştırıp, küresel ekonominin açtığı fırsat