Benim kuşağımda olan şiir severler, Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinden birkaç dizeyi ezbere bilir:
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı / Bir dakika araba yerinde durakladı/ Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar / Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar /
Taşımacılığın ve seyahatlerin hayvanlarla yapıldığı yıllarda yolcular kervansa, raylarda ve hanlar da konaklarlardı. Han denilince aklıma alt katlarında hayvanlar, üst katlarında yolcuların konakladığı avluya açılan büyük kemerli bir kapı ve avluya bakan odalar gelir.
Han ve hancılar sadece şiirlerde değil, öykülerde birçok filmde yer aldı, şarkılarda gönüllerde taht kurdu. Bekir Sıtkı Erdoğan’ın unutulmaz şarkı olmuş şiirini hatırlayalım:
Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı /şuraya bir yatak ser yavaş yavaş
***
Fevzipaşa Bulvarı’na cephesi olan Mirkelamoğlu Hanı’n yapımı 1784 yılına tarihleniyor. Üzerinde yapım yılıyla ilgili kitabesi bulunmadığı için tahmini bir tarih diyebiliriz.
Eşimin anneannesi 1902 İzmir doğumlu Şadiye Sevinmişler’i yaşlılık yıllarında Üsküdar Çiçekçi’de tanıdım. Hoş sohbet eski, yeni Türkçeyi yazıp okuyabilen, güngörmüş kadındı. Harem sırtlarında Sarayburnu’nu gören bahçesinde nar ağacının altında yaptığımız sohbetlerde, bana Kepekli Sokak’ta bulunan cumbalı evini komşularını, 15 Mayıs 1919 İzmir’in işgalini, İzmir yangınını, gaz lambasında işlediği duvar levhalarını, eşi Şahabettin Bey’e havuz başında kurduğu sofraları, Musalla’yı (Altınpark’ı) Kumrulu Mescidi, görkemli 9 Eylül kutlamalarını masal lezzetinde anlatırdı...
Yaşlılığı nedeniyle uzun yıllar ayrı kalıp gidemediği evinin pirinç anahtarını yeleğinin iç cebinden çıkarıp uzatır, İzmir’e gidersem panjurları açıp evini havalandırmamı isterdi. Fırsatını bulursak birlikte İzmir’e gidip, kumrular susuz kalmasın diye sekizgen mermer havuza su dolduracak, arkasından usta bulup evin zor kapanan ahşap kapısını tamir ettirecektik.
1990 yılında tatsız bir haber üzerine eşimle birlikte yanımıza pirinç anahtarı alıp İzmir’e, 1273 Sokak’aa geldik. Basmane Karakolu’nun karşı sokağında, duvarlarına oksit sarısı kireç badanası sürülmüş cumbalı evin sokak kapısını zorlayarak açtım.
Yıllar önce Fatih’te, Bozdoğan Kemeri, Gazanfer Ağa Medresesi, Kıztaşı, Ayios Polyeuktos Kilisesi kalıntılarına, Fatih ve Şehzade camilerine, Feyzullah Efendi Kütüphanesi’ne yakın olan cumbalı eski İstanbul evinde oturdum. Bu evde oturmanın avantajı, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemine tanıklık yapmış birçok kültür varlığına ev sahipliği yapan, Edirnekapı, Karagümrük, Balat, Aksaray, Laleli, Çemberlitaş, Sultanahmet, Gedikpaşa, Kumkapı, Beyazıt ve diğer semtlere yürüme mesafesinde olmasıydı. O yıllarda İstanbul’da kültür varlıkları çok iyi korunamıyordu. Zeyrek Sarnıcı’nda (Pantokrator) karpitle limon sarartılmasının tanığıyım.
***
Sultanahmet’te ziyaretçisi olmayan, Binbirdirek Sarnıcı’nın çöplük olmasını engellemek için ilgili birimlere dilekçe yazmıştım. Mevlevihanelerinden müzelerine, kasır ve saraylarına, zindanları dahil girip çıkmadığım yer kalmadı ancak Süleymaniye Kütüphanesi gibi göremediğim önemli yerler de vardı.
Yıllar sonra Basmane imdadıma yetişti, oturduğumuz cumbalı eski İzmir evinde 29 x 19 ebadında 257 sayfalık altın yaldız çerçeveli, Paris’te basılmış Farsça bir kitapla karşılaştım. Yaklaşık 200 yıldır Basmane’de yaşayan eşimin ailesinde, Acem kökenli olan ve
24 Ekim 1930, saat 23.30’da başlayan yağmur, bütün şiddetiyle boşandı; şimşekler çakıyor, gök gürlüyor. 36 saatten beri devam eden müthiş yağmurun yaptığı tahribat sonunda evler yıkıldı, insanlar enkaz altında kaldı. Kadifekale tarafından gelen yarım metre mikâp büyüklüğündeki taşlar Namazgâh’a sürüklendi. İkiçeşmelik Caddesi (Eşref Paşa Caddesi) baştan sona bozulup kullanılmaz hale geldi. Şehrin hemen bütün mahallelerinde sel sularının etkisiyle lağımlar patladı. Tilkilik Mezarlıkbaşı’nda birçok dükkânı su bastı.
Sabah erkenden işlerine gitmek mecburiyetinde olanlar yarı bellerine kadar soyunarak bata çıka suların içersinde yürüdüler. Kokaryalı’dan Hükümete kadar olan Tramvay hattı molozlarla doldu. Tramvaylar işlemediği için Vapur İdaresi seferlerine yeni ilaveler eklemek zorunda kaldı.
Hisar Camisi civarındaki bütün sokaklar, Halimağa, Çilingirler Çarşısı, Kızlarağası, Çakaloğlu, Demir Hanları, Bakır Bedesteni, Sipahi Pazarı sular altında kaldı. Limon, üzüm, incir, kuruyemiş, bakliyat, fındık, fıstık, kurufasulye çuvalları denize sürüklendi. Vali Kazım Paşa’nın otomobili patlayan lağımın içine devrildi, otomobil halk ve polislerin yardımıyla kurtarıldı. Bahribaba Parkı önünde
Antik dönem ustaları tarafından yontulup işlenen yapı taşlarının devşirme olarak farklı zamanlarda han, hamam, cami, kilise benzeri yapıların inşasında kullanıldığını görüyoruz. Çankaya metro kazılarında çıkan kolon ve sütun başlıkları, denizi doldurmak için kim bilir hangi tapınaktan veya ören yerinden getirilip dolgu malzemesi olarak kullanıldı. Bugünkü yazımda sizlere İzmir’in bir başka kültürel zenginliği olan, bazı araştırıcıların İstanbul dışında Anadolu’da pek görülmez dediği, aksine hemen her cami ve mescidin parçası olup çevresiyle bütünleşmiş “sadaka taşlarını” anlatmak istiyorum.
Aracıyı ortadan kaldıran, insan onurunu kırmadan avuç açmadan yapılan yardımlaşmada kullanılan sadaka taşları konusunda İzmir, bir hayli zengin. İzmir ve ilçelerinde cami, mescit girişlerinde, avlularında karşımıza çıkan antik döneme ait doğaltaştan yapılma sütunlar yardımlaşmayı seven İzmirliler tarafından sadaka taşına dönüştürüldü. Hali vakti yerinde olanlar taşın üzerine sadakasını bırakır, ihtiyacı olanlar gelip alırdı.
Sadaka taşlarının yanına nakdi yardımlar dışında giysi, gıda gibi farklı malzemeler de bırakılıyordu. 17. yüzyıla tarihlenen Şeyh Camisi avlusunda bulunan sadaka
Çamaltı Tuzlası, özelleş-meden önce, camisi, fırını, hamamı, sineması, işçi koğuşları ve lojmanlarıyla bir işletmeden çok adeta küçük bir kasabayı andırmaktaydı.
1863’te İtalyanlar tarafından işletilen tuzla, 1933 yılından özelleştirildiği 2010 yılına kadar Tekel Genel Müdürlüğü’nce çalıştırıldı.
1990’lı yıllara kadar tamamen kazma-kürekle toplanan tuz, bu tarihten sonra yeni sahada bazı havuzlardan makineyle toplanmaya başlandı. Bursa, Kütahya, Uşak ve Denizli’nin köylerinden gelip Eylül-Kasım ayları arasında, 2.5 ay boyunca havuzlardaki tuzu toplayan mevsimlik işçiler, tuzu 50-60 bin tonluk dikdörtgen piramit haline getirir, tepesine de bayraklarını diktikten sonra görevlerini tamamlamış olurlardı.
Köylerden işçileri toparlayıp getiren, işi organize eden, iş bitiminde hak ettikleri ücretlerini alarak, otobüslerle tekrar köylerine dönmelerini temin edenlere ‘Çavuş’, tuz havuzlarında çalışan işçilere su servisi yapanlara ‘Saka’, toplanan tuzu kürekle piramit haline getirenlere de ‘Hapçı’ denirdi.
Unutmadan yazayım... Tuzlada çalışan yaklaşık 1200 işçiye köylerine dönerken birer çuval da tuz hediye edilirdi. 1671-1672 yıllarında yöreyi gezen Evliya Çelebi, o yıllarda adı ‘Tuzla-i
Okumadığımız o kadar çok kitap var ki... Fransa’da bir sahafın kapısında tabelada “Okunmamış her kitap yenidir” yazısı asılıymış.
Sadece sahaflarda değil, Bitpazarlarında eski eşya satıcılarında bile ilginç kitaplara rastlanıyor. Eskiden işe yaramaz diye kâğıt fabrikalarına gönderilen kitap ve kıymetli evraklar konusunda günümüzde daha dikkatli davranılıyor. Matbaanın ülkemize geç gelmesi yüzünden kitaplar uzun yıllar hattatlar tarafından elle yazılarak çoğaltıldı, bu uygulama şüphesiz kitabın yaygınlaşmasına daha çok okurla buluşmasına engel oldu.
Çok iyi hatırlıyorum; 1999 yılında eski Arkeoloji Müzesi civarında çöpe atılmış bazı evraklar görmüştüm. Haber verdiğim Ege Üniversitesi Sanat Tarihi bölümü öğrencileri, hocalarıyla gelip bu evrakları topladılar.
Daha sonra değerlendirmeleri için çöpten bulduğum siyah beyaz fotoğrafları dönemin İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürü’ne teslim etmiştim. Çöp içerisinden çıkardığım hasar görmüş GUIDE D’İZMİR kitaplarını Basmane’deki ciltçi rahmetli Mefail Ustaya ciltlettirip koruma altına aldım.
Şimdi bu kitabın biri bende, diğeri Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’nde.
1934 yılında basılmış, GUIDE D’İZMİR adlı kitabı ilk elime aldığımda
İşgal edilmiş, şehit vermiş, yokluk ve sefaletle baş başa bırakılan İzmir’de, İzmirliler kurtuluş günlerini dört gözle beklediler. Türk ordusu, büyük kurtarıcının “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!” emrine uyarak zafer tacını 9 Eylül 1922 tarihinde başına taktı. Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının önderliğinde ülkemizin işgali, İzmir’in kurtarılmasıyla son buldu. İzmir’de 9 Eylül kurtuluşu coşku içinde kutlanır, şehitler ve gaziler anılır, genç kuşaklara esaretin ve özgürlüğün ne anlam ifade ettiği anlatılırdı. Kutlamalara civar köy, kasaba ve yakın ilçelerden gelenler katılır, ev ve işyerlerine bayrak asılması ihmal edilmez, kent bir anda gelincik tarlasına dönüşürdü.
9 Eylül sadece İzmir’de değil, diğer şehirlerimizde de kutlanırdı. Denizlililer, böylesine anlamlı günde, 9 Eylül şerefine kentte düzenlenen muhteşem fener alayına, Denizli İhtiyat Zabitanı, Türk Ocağı, Terziler Derneği, Halk Fırkası, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, Kunduracılar Cemiyetleri, Bilgi ve İdman Yurtları ve Denizli Ahalisi olarak katıldı. İstanbul Belediyesi’nin düzenlediği kutlamada, İstiklal Caddesi’nden 9 Eylül korteji geçerken, Asri Sineması’nda Cumhurbaşkanlığı Orkestrası, İstiklal