Yaşadığı döneme tanıklık etmiş, bugün hayatta olmayan İzmirli büyüklerimle yaptığım sohbetler, unutulmuş olayların hatırlanmasına neden oldu. Kayıt altına alınmadığı için yaşanmış birçok kültürel ve tarihsel olay, zamanla kentin hafızasından silindi. Eski İzmir’le ilgili bilgileri daha çok yabancı seyyahların yazılarından öğreniyoruz. Ailece uyuz hamamına gidip, mahallesinde at arabasıyla dolaşan seyyar etüvcülere hastalık bulaşığı giysilerini teslim etmiş İzmirlileri tanımasaydım Uyuz Hamamı yazımı yazamazdım. Tarihin en büyük felaketi olan 1930 tufanında bir otelde mahsur kalan Atıf Bey’in anlatımı, beni Milli Kütüphane’de araştırmaya yönlendirdi; arkasından 1930 sel felaketini yazdım. 15 Mayıs 1919 İzmir’in işgalini, 9 Eylül 1922 kurtuluşunu ve binlerce yapının yanmasına neden olan yangına tanık olmuş İzmirlilerin verdiği bilgileri, Altınordu Spor Kulübü’nde top koşturmuş sporcu, taraftar ve yöneticilerin hatıralarını zaman buldukça yayımlıyorum.
Kentin yetiştirdiği, bilim, kültür ve sanatta iz bırakmış İzmirlilerin yaşadığı evler, semtler, seyrek de olsa yaşanan aşk öyküleri, onlarla yaptığım söyleşilerle ortaya çıktı. Heykeltıraş Prof. Dr. Şadi Çalık’ın Basmane’de Bayraktar
Lozan Antlaşması’yla, yabancı gemilere sağlanan imtiyazlar kaldırıldı. 1 Temmuz 1926’da yürürlüğe giren Kabotaj Kanunu’yla, yük ve yolcu taşıma hakkı Batılı devletlerden Türklerin eline geçti. Daha önceki yıllarda deniz ulaşımı ve limanların işletilmesi, yabancıların elindeydi. Bu kanunla, denizlerimizde bağımsızlığa kavuşmuş olduk... Gençlik yıllarımızda, 1 Temmuz’da yapılan Kabotaj Bayramı’na coşku ve neşe içinde katılırdık. Yağlı direğin ucuna takılı bayrağı almak, denize atılan tabakları dalıp çıkarmak ve yüzme yarışmalarına katılmak çok keyifliydi...
Üç tarafı denizlerle çevrili olan ülkemizde, denizden yeterince faydalandığımızı söyleyemeyiz. Bu yıl da denizde boğularak ölenlerin sayısında artış gözlendi. Gazete ve haber kanallarından yürekleri acıtan haberleri sıklıkla okuyor ve izliyoruz, çoğu insanımız yüzme bilmiyor. Daha önceki bir yazımda, mahallede çocukluk arkadaşımın denizde boğulma olayına yer vermiştim. Babası deniz yollarında uzman bir dalgıç olan arkadaşım, balık tuttuğu yerde bir an dengesini kaybedip denize düşüp boğulmuştu. Yaşasaydı şimdi benim yaşımda olacaktı...
Kabalıkları törpüler
Ailenizle, sevdiklerinizle en son ne zaman deniz yolculuğu yaptınız? Eskiden
Kemeraltı Çarşısı’na sıklıkla gidip Hisar Camii avlusunda üst örtüleri kaldırılıp fıskiyeli açık havuz haline getirilen tarihi Evliyazade ve Bakırcı Mahmut şadırvanlarına, cami muvakkithanesinin cephesinde duran mekanik saate, zamana direnen ulu çınar ağaçlarına bakarak, eski İzmir’den günümüze kalanları seyrediyorum. Meydanın batısında Kızlarağası Hanı bitişiğindeki 902 Sokak, kentin hafızasından silinen Bakırcılar Bedesteni’dir, dükkânlar yerinde dursa da artık orada bakırcılar yok. Bakırcı ustalarının bakırı döverek şekillendirmesi sırasında çıkardığı çekiç ve tokmak seslerinin duyulmadığı bu sokakta, şimdi farklı işkollarında hizmet veren esnaf dükkânları var. Oysa burası bir zamanlar Kemeraltı Çarşısı’nın en hareketli sokağıydı. İzmir ve yakın ilçelerde yaşayan, evlenme çağına gelen genç kızlar, çeyizlerini Bakırcılar Çarşısı’nda usta ellerden çıkma tencere, tabak, sini ve testi gibi bakır mutfak malzemeleriyle düzerlerdi...
Evlerden işyerlerine taşınan sefer tasları, etrafı dantela gibi işlenmiş sahanlar, salonları ısıtan, kor ateşinde kahve pişirilen mangallar ve ibrikler; evlerin zenginliğini gösteren objelerdi. El zanaatlarının beşiği olan Kemeraltı Çarşısı’nda günümüze
Veba salgını yıllarında(1835)İzmir’i ziyaret eden Kontes Pauline Nostit İzmir evinin girişinde içinde ilaç olan fıçıdan bahseder. “Yiyecek gereksinimleri sokaktan geçen satıcıdan sağlıyorlar, satıcı kapıyı çalı yor ve evin erkeği bizzat kendisi kapının demir sürgüsünü açarak büyük bir özenle sebze ve meyveleri alıyor. Aslında buna alıyor denemez çünkü istenenler hemen kapının yanında duran fıçının içindeki ilaçlı suya(sirke) satıcılar tarafından atılıyor. Ekmekler yumurtalar, sebzeler ve hatta canlı tavuklar fıçının içinde yüzüyor. Hepsi dokunulmadan ve hazırlanmadan önce dezenfekte edilmesi için bir süre bu fıçıda bekletiliyor.
“Gezginlerin Gözüyle İzmir XIX Yüzyıl. Kontes Pauline Nostit’in İzmir’i” kitabını çevirip yayımlayan Sahaf Yazar İlhan Pınar’a Kontes Pauline Nostit’in bahsettiği fıçının içindeki ilaçlı suyu sordum, yanıtı beklediğim gibi sirkeydi.
UĞUR GETİRİYOR İNANCI
İnceleme fırsatı bulduğum yüksek duvarlarla çevrili büyüklü küçüklü avlulu, bahçeli eski İzmir evlerinde gözlerim Kontes Pauline Nostit’in gördüğü sirke fıçılarından çok adına sirkelik denilen, evleri her türlü olumsuzluktan koruduğuna inanılan sirke kaplarını aradı. Bugünkü yazımda, eski İzmir
Gazeteci arkadaşımın babaannesi Selanik göçmeni Huriye Hanım’ın, Agora’da bulunan evinde yılan beslemesi şaka değil. Evinin penceresini ve dolap çekmecesini yılanın girip çıkması için devamlı açık bırakır, Agora’nın dehlizlerinde dolaşan yılan eve gelmeyince “Karaoğlan nerdesin?” diye bağırırmış.
Huriye Hanım’ın yılanıyla birlikte yaşadığı ev sonraki yıllarda kazı alanına katıldı. Yıkılan evin altından Roma dönemine ait kent meclisi ortaya çıkarıldı.
Geçen yüzyıllarda İzmir’i ziyaret eden seyyahlar özellikle örenyerlerinde tesadüfen karşılarına çıkan yılanları anlatırlar. Seyyahlardan haberdar olduğum için doğa yürüyüşlerinde bastığım yerlere dikkat ederim.
Kadifekale eteklerinde ağaç dalına sarılmış vaziyette gördüğüm yılan bana İzmirlilerin neden bu semte Yılanlı Dağ dediklerini anımsatmıştı.
Altınpark’ta yakalanan yılanın öldürülmesine engel olundu, insanlardan uzak bir alanda serbest bırakıldı. Aynı günlerde Basmane’de eski bir evin bahçesinde görülen yılan şimdi İzmir Doğal Yaşam Parkı’nda.
Restorasyon öncesi Namazgah Hamamı’nın külhanında yılan görüldü duyumu üzerine muhabir arkadaşlarımla yılanları görüntülemek üzere birkaç kez hamama gidip saatlerce beklediğimizi
George Weber, ‘İzmir’in Su Yolları’ kitabında (1899) Sakarya Mahallesi’nde eski bir İzmir evinin avlusundan on dört basamakla inilen Roma su kanalından bahseder. Adı geçen kitabı dilimize çeviren araştırmacı yazar İlhan Pınar, belgeselleriyle tanınan yönetmen Tahsin İşbilen ve fotoğraf sanatçısı Atilla Özdemir’le birlikte altı yıl önce Ağustos sıcağında bu karanlık su kanalına paçalarımızı sıvayarak girmiş, dizlerimize kadar gelen suyun içinde önce güneye, sonra doğuya, tekrar güney istikametine yürümüştük. Kanalın karanlığı ve definecilerin daha önceki yıllarda açtığı çukurlardan çok, suyun serinliğinden ürperdiğimi söyleyebilirim... Weber’in bundan 119 yıl önce ayrıntılarıyla bahsettiği, Roma kanalında ihtimal Hıristiyanlığın yasaklandığı yıllarda annelerin sütünün bol olması için dua ettiği, içine ancak birkaç kişinin girebileceği Sütveren Tanrı Anne Dua evinin bulunduğu kanal ve henüz keşfedilmemiş diğer su kanalları, aynı anda binlerce kişinin su ihtiyacını karşılayacak, sarnıç ve çeşmeleri besledi... Kanalda gördüğümüz ayazma ve su kuyusuna ait mermer kuyu bileziği ilgi çekiciydi. Kanalın üstünde bulunan bina, aynı yıllarda Konak Belediyesi tarafından satın alınıp
Eski İzmir evlerinin mutfaklarında kullanılan tencere, tava, tabak, bardak, bıçak, kaşık, çatal, bardak, maltız, ispirto ve gazocakları, benzeri araç ve gereçler ilgimi çeker. Eski eşya satıcıları ve antikacılarda bu tür malzemelerle sıklıkla karşılaşıyorum. Çok kültürlü İzmir’de kültürler kendi mutfaklarında geleneksel lezzetlerini ürettiler.
Anadolu, diğer yörelerden göçlerle gelen insanlarımızın İzmir mutfağına katkıları yadsınamaz.
Yunanistan’da yaşayan İzmirli arkadaşım filolog, yemek uzmanı Girit Lezzetleri Atölyesi’nde çalışmalarını sürdüren Delfino Mana’ya, Rumların İzmir yemek kültürüne yaptığı katkıları sordum.
Liste uzun bana Yunanlıların İzmir köfte olarak tanıdığı ve pek beğendiği Sucukakia, İzmir gevreği ve içecek tarifleri verdi. Sucukakia, kıyma, ekmek, daha fazla yumurta, maydanoz, bol kimyon, karabiber, sarımsak ,soğanla yoğrulup bir gün bekletiliyor, ince uzun olarak şekillendirilip una bulanıp tavada kızartılıyor. Fırında yapılacaksa una gerek yok. Sonra sarımsaklı salça sosunda tekrar pişiriliyor. Salçaya bir kaşık un karıştırıp kıvamlandıranlar farklı lezzet elde ediyorlar.
***
Şıralı kurabiye (Mustokuluro) Yunanistan’da İzmir gevreği olarak satılıyor. Bir
Hayyam Meyhanesi’nin aşçısı, garsonu, patronu bendim. Mevsim balıklarını müşterinin tercihine göre ızgara, tava veya buğulama olarak pişirirdim.
O yıllar balık bol, trança, mercan, levrek, çipura, sardalya ne ararsan var. Vitrine balıkları, zeytinyağlı ve ızgaraları özenle yerleştirip müşterilerimin beğenisine sunar, hazırladığım mezeleri azar azar servis ederdim.
Erbapları, meyhanenin karın doyurma yeri olmadığını bilirlerdi.
Balıkçım, sipariş ettiğim balıkları getirir, bazen ben Urla’ya bizzat kendim balık almaya gider, hazır gitmişken İskele’de meyhaneci Rebeka’nın dükkanına uğrardım. “Meyhanende neden tabak kırdırıyorsun?” dediğimde, şu yanıtı verirdi: “Kuzum, insanlar birbirini kıracağına tabak kırsın.”
Meyhaneme gelen müşterimin adını bilmesem de hangi plağı sevdiğini bilir onu sevdiği plakla karşılar, arkasından sırayla diğer müşterilerimin sevdiği şarkıları çalardım.
Zengin bir plak koleksiyonum vardı. Şükran Ay, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Metin Oktay ve arkadaşları, İzmir’e geldiklerinde uğrarlardı.
Kadehler şimdiki gibi limonata bardağı değildi, daha küçük kadehler kullanılırdı, Müzeyyen Senar’ın farklı bir kadeh tutuşu vardı.
***