Nuray Mert

Nuray Mert

nuray.mert@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Tunus’ta mevcut iktidarın devrilmesi üzerine çok yazıldı, çizildi ama Türkiye’nin Tunus’a bakışı oldukça bulanık, söylenenlerin çoğu fazlasıyla muğlak. İlgi alanımızın uzağında bir ülkede olan bitenler hakkında fazla fikir sahibi olmamak anlaşılır bir şey, ancak herkes her konuda yorum yapmak gibi bir mecburiyet de hissetmemeli.
Her şeyden önce, Tunus, sıklıkla iddia edildiği gibi ‘laik’ bir ülke değil, bu noktadan hareketle Türkiye karşılaştırmaları yapma konusunda ihtiyatlı davranmakta fayda var. Bu ülkede sömürge sonrası siyasal iktidar yapısını Batıcı, seküler bir siyasal proje ve resmi ideolojinin belirlediği doğru ama, laikliğin hukuki temelleri yok. Tunus Anayasası’na göre resmi din İslam. İslam, resmi ideolojiye göre, fazlasıyla modernist biçimde yorumlanıyor o kadar.
İkincisi, Tunus’un hikâyesi de, (birçok başka örnekte olduğu gibi) ‘halktan kopuk’, Batı destekli, laik otoriter bir düzen ve ona karşı yükselen muhafazakâr tepkiden ibaret değil. Batı dünyası Tunus’ta mevcut iktidar yapısını sadece muhafazakâr tepkilere karşı değil, özellikle yetmişlerde yükselen sol hareketlere karşı desteklemişti. Yükselen İslamcılık, daha sonra birincil tehdit halini aldı. Ancak, Tunus’un ılımlı İslamcı hareketi ve lideri Raşid Gannuşi, Batı dünyası tarafından fazlasıyla önemsendi, radikal İslam’a karşı panzehir olarak görülen ‘İslami demokrasi’ modelinin sivrilen ismi oldu. Bundan sonra, nasıl bir İslamcılarla iktidar paylaşımı formülü hayata geçecek bekleyip göreceğiz.

Mısır’da değişim zor
Aslında, uzunca bir süredir, tüm Müslüman coğrafyada, bu ülkelerin iç politik dengeleri açısından da, Batı merkezli dünya sistemi için de, muhtemel ve gerçekçi olan, İslamcılar ile ‘makul’ bir iktidar paylaşımı ile yola devam etmek. Ancak, bu masa başında görüldüğü kadar kolay bir formül değil. Mısır’da ömrü çoktan bitmiş Mübarek rejiminin bitkisel hayatının bu kadar uzamış olmasının nedeni de buydu. O nedenle, Mısır’da başlayan hareketlilik çok daha önemli ve kritik. Ortadoğu’nun merkezine ve İsrail’e yeterince uzak Tunus’ta, İslamcılar ile iktidar paylaşma formülü daha kolay olabilir, ancak aynı şey Mısır için zor. Mübarek rejimi, seçim öncesi taviz vermek yerine, direnmeyi tercih ettiği için ortalık karıştı, ama doğrusu ben şimdilik Mısır’da seçim öncesi geçiş dönemi hükümeti ötesinde, büyük bir değişimi pek muhtemel görmüyorum.

Son gelişme kırmızı alarm
Ortadoğu sisteminde ve Batı merkezli dünya sistemi paradigmasında asıl deprem Lübnan’da oldu. Tunus’ta yaşanan ‘Yasemin Devrimi’ olarak tabir edildi. Hatırlarsanız, 2005 yılında Lübnan’da da ‘Sedir Devrimi’ tabir edilen olaylar yaşanmıştı. 14 Şubat 2005’te, Refik Hariri’nin öldürülmesi ardından, Lübnan’ın bir kısmı sokaklara dökülmüştü. Bu olay ve onun etrafında oluşan uluslararası baskı sonucu Suriye, 1976’dan itibaren Lübnan’da bulundurduğu askerlerini geri çekmek zorunda kalmıştı. Ancak, ‘devrim’in hedeflerinden diğeri Hizbullah’ın silahsızlandırılması idi ama bu yönde bir gelişme mümkün olmadı. O günden bugüne, 2006’daki İsrail savaşı da dahil olmak üzere birçok gelişme oldu ama, bırakın silah bırakmayı, Hizbullah daha da güçlendi. Nihayet, geçtiğimiz günlerde, ‘Milli Birlik’ hükümetinden çekilerek büyük bir siyasi kriz yarattı ve sonunda desteklediği lider başkanlığında bir hükümeti dayatabildi. Sedir Devrimi, ‘devrim’ idiyse, bu olayı da ‘karşı devrim’ olarak tabir etmek yanlış olmaz.
Sonuçta, Lübnan’da, güçler dengesinin bu kez Hizbullah yönünde bozulduğu ve fazlasıyla krizli bir dönem başlamış oldu. Ama daha önemlisi, böylece bölgede Hizbullah’ın ardındaki en önemli güç olan İran’ın nüfuzu mesafe almış oldu. İran ile yaşanan krizin tırmanışı sürdürdüğü ve Batı dünyası açısından bölgedeki mevcut denklemin daha fazla ‘sürdürülemez’ kabul edildiği bir durumda, Lübnan’daki son gelişme ‘kırmızı alarm’ mahiyetinde.

Dalkavukluk makbul sayılmazdı
Diğer taraftan, Türkiye’nin arabuluculuk çabasının sonuç vermemesini, bir dış politika hatası olarak görmek bana pek doğru gelmiyor. Zira, Lübnan’ı takip eden herkes zaten Türkiye’nin bu sürece fazla müdahil olamayacağını tahmin edebilirdi. O zaman, olsa olsa ‘neden beyhude yere çaba harcanıyor?’ denilebilir. Dışişleri Bakanı, bu denli büyük bir kriz karşısında, eli kolu bağlı oturmaktansa, en azından denemeyi uygun görmüş olabilir. Elinden geleni yapma kaygısının çok eleştirilir bir şey olmaması gerektiğini düşünüyorum. Aslında tüm bu eleştirilere zemin hazırlayan, Dışişleri’nin politikasından ziyade, genelde dış politika ve münhasıran Ortadoğu konusunda fikri olmayanlar da dahil olmak üzere, abartılı bir alkış çevresinin yazıp çizdikleri oluyor.
Osmanlı devrinde, cahil veya ölçüsüz dalkavukluk hiç makbul sayılmazdı. Bu konuda sayısız hikâye ve nükte vardır. ‘Neo- Osmanlılar’, bu konuda da atalarından ders alsalar hiç fena olmaz.
Not: Tunus konusunda benim gözüme çarpan en anlamlı yorum Akif Emre’nin 18 Ocak tarihli yazısı (Yeni Şafak) idi. İlgilenenlere daha sonraki yazıları ile birlikte göz atmalarını öneririm.