İngiliz sinemasının gelmiş geçmiş en önemli aktörlerinden Michael Caine’i bu hafta başrolünde olduğu “Son Aşk/Mr. Morgan’s Last Love”da izleyeceğiz. Aktör filmde, Paris’e yerleşmiş ve genç bir kadınla tanışınca hayatı değişen emekli bir profesör rolünde karşımıza çıkacak. Sinemaya başladığı 1960’lardan bu yana kariyerinde göz önünde olmadığı bir dönem bulunmayan Michael Caine’in öne çıkan beş performansını hatırlayalım.
Kanlı Şaka Sleuth (1972)
Joseph L. Mankiewicz’in yönettiği film, bir tiyatro oyunu uyarlamasıydı ve her anında bir oyunculuk şovuydu. O dönem kariyerinin başlarında olan Caine, bu iki kişilik şovda, başrolü dev bir aktörle, Laurence Olivier ile paylaştı ve karşısında kendisini gösterebildi. Karısının kuaför aşığını (Caine) bir malikaneye çağırıp tuhaf şakalarla meydan okuyan üst sınıftan bir adamı (Olivier) konu alıyordu. Filmde olan sınıf çatışmasının bir versiyonunun filmin çekimleri sırasında olduğu da anlatılıyor: Filmin başında Caine’i asistanı gibi gören Olivier’nin filmin sonunda onu ortağı gibi kabul ettiği söyleniyor.
Son Umut ChIldren of Men (2006)
Caine’in 2000’lerde ilk akla gelen rolü Christopher Nolan’ın Batman serisindeki Alfred. Ancak
Alfonso Cuaron’un Venedik Film Festivali’nin açılışını yapan filmi “Yerçekimi”, uzaydaki istasyonlarda hayatta kalma savaşı veren iki karakteri konu alıyor
Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron, 2006 yapımı filmi, kıymeti yeterince bilinmeyen
“Son Umut / Children of Men”den beri kayıplardaydı. Sessizliğini, uzayda geçen gerilim “Yerçekimi / Gravity” ile bozdu. Film, teknik yönleriyle takdiri sonuna kadar hak eden, ancak diyalogları tekniğinin çok gerisinde kalan bir yapım.
Mühendis Ryan Stone ve astronot Matt Kowalski, uzayda ekipleriyle görevdeyken, bir uydunun enkazının çarpması sonucu ciddi hasar alırlar. Hem ekip arkadaşlarını hem de araçlarını kaybederler. Hayatta kalmak için çok az şansları kalan Kowalski ve Stone, Rus ve Çin’in uzay istasyonlarından yararlanmak zorundadırlar. Ancak Stone’un hayatta kalabilmek için kendisiyle de mücadele etmesi ve geçmişiyle ilgili bazı konularla yüzleşmesi lazımdır.
Filmde uzay, uzaydan görünen dünya, karanlık ve aydınlık tüm ihtişamıyla izleyiciyi bekliyor. Görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ve görsellikte güçlü bir yönetmen olan Cuaron’un yakaladıkları atmosferin etkileyiciliği azımsanacak gibi değil. Üstelik film, 3D’nin en
İngiliz romantik filmi denince ilk akla gelen isimlerden Richard Curtis, yeni filminde zaman yolculuğu kabiliyeti olan Tim’in hikayesini konu alıyor
Richard Curtis, “Aşk Her Yerde / Love Actually”nin yönetmeni ve senaristi olmasının yanı sıra “Four Weddings and a Funeral / Dört Nikah, Bir Cenaze” ve “Notting Hill”in senaryolarıyla İngiliz romantik filmi denince akla gelen çoğu yapımın mimarlarından. Curtis, “Zamanda Aşk”ta alışılageldik romantik komedi senaryolarının dışına çıkmak için
işin içine biraz da bilimkurgu, daha doğrusu zaman yolculuğu ekliyor.
Tim 21 yaşına bastığında babasından aile sırrını öğrenir: Ailenin erkekleri kendi hayatlarında herhangi bir
ana dönebilmekte ve akışı değiştirebilmektedir. Tim bu kabiliyetini Londra’da tanıştığı hayatının aşkı Amerikalı Mary’yle mükemmel bir ilişki kurmak ve çevresindekilere yardımcı olmak için kullanacaktır.
Mutlu bir ailenin bir ferdi olan Tim’in mutlu bir aile kurma çabaları olarak özetlenebilecek filmde Curtis’in her filminde yakalayabildiği sıcaklık yine mevcut. Filmin diğer önemli kozu oyunculuklar. “Harry Potter” serisindeki Bill Weasley rolünden sonra “Anna Karenina”da da Konstantin Levin’de müthiş bir
2000 yapımı bilimkurgu filmi “Derin Karanlık/Pitch Black”, bir gezegene düşen bir uzay gemisi ve bu gemide bulunan azılı suçlu Riddick’in hikayesini konu alıyordu. Film hem üçüncü filmi bu hafta girecek bir serinin başlangıcı oldu hem de kendi hayran kitlesini yaratarak kült filmler arasında yerini aldı. Hayran kitlesini serinin diğer filmlerine de taşıyan Riddick’ten yola çıkarak 2000’lerde çekilmiş ve kültleşmiş filmlere göz attık.
“Donnie Darko” (2001)
Richard Kelly’nin bilimkurgu öğeleri taşıyan, dünyanın sona ermesine gün sayan Donnie Darko adlı bir genci konu alan filmi “Donnie Darko”, eleştirmenler tarafından yere göğe konulamadı ve kendi hayran kitlesini bulması geç olmadı. Bu ilk film, çoğu Amerikan bağımsızının deneyip başaramadığı, bilimkurgu öğelerini gündelik bir hikayenin içine katma konusunda başarılı oldu. Ayrıca 1980’ler atmosferini müzikleri, politik arka planıyla veren film, Darko’yu canlandıran Jake Gyllenhaal’u da spot ışıkları arasına taşıdı.
“Ölüm Oyunu/ Battle Royale” (2000)
Koushun Takami’nin aynı adlı romanından uyarlanan Japon filmi “Battle Royale”, konusu itibarıyla gösterime girdiğinde büyük tartışma yarattı ve etik açıdan izleyicileri
Tennesse Williams’ın ünlü oyunu “Arzu Tramvay”ından izler taşıyan yeni Woody Allen filmi “Mavi Yasemin”, yönetmenin “Maç Sayısı”ndan beri çektiği en başarılı yapıt
Son dönemde Avrupa kentlerini dolaştığı filmleri (“Paris’te Gece Yarısı”, “Roma’ya Sevgilerle”) izleyicilerinin karşısına çıkan Woody Allen, “Mavi Yasemin”de sosyal sınıf merdivenlerinden bir anda aşağı yuvarlanmış Jasmine’nin hikayesiyle Amerika’ya dönüyor. İyi ki dönüyor. San Francisco ve New York’ta geçen film, yönetmenin son yıllarda çektiği
en iyi filmi.
“Arzu Tramvayı”nın ana karakteri Blanche DuBois’dan izler taşıyan Jasmine, varlık içinde yüzerken kocası Hal dolandırıcılıktan bütün servetini kaybedip hapse girince San Francisco’daki kız kardeşi Ginger’ın yanına gitmek zorunda kalır. Sinirleri bitap haldeki Jasmine, arada kendi kendisine konuşarak, sakinleştiricileri üst üste yutarak ve Ginger’ın mavi yakalı hayatına hiç uyum sağlayamadığını her fırsatta belli ederek tekrar bir yaşam kurmaya çalışır.
San Francisco’daki olayları takip ederken, Jasmine’in New York’taki lüks yaşamına geri dönüşlerle ilerleyen filmin en etkileyici taraflarından biri Cate Blanchett’in izleyiciyi karakterine kilitleyen
Prenses Diana’nın kalp cerrahı Hasnat Khan’la yaşadığı aşkı konu alan “Diana”, senaryosu başta olmak üzere sorunlu bir film
Yılın en heyecanla beklenen filmlerinden “Diana”nın İngiltere’deki prömiyerinden yayılan hayal kırıklığı dalgaları buraya da ulaştı. Kate Snell’in “Diana’nın Son Aşkı” (Diana: Her Last Love) adlı kitabından uyarlanan film, Olivier Hirschbiegel (“Çöküş / Downfall”, “Deney / Das Experiment”) gibi bir yönetmenin, Naomi Watts gibi güçlü performanslar verebilen bir aktrisin varlığına rağmen biyografi filmleri listesinin en altlarına aday.
Diana’nın Prens Charles’la henüz boşanmadığı ama ayrı yaşadığı dönemde başlayan filmin ana ekseni Prenses’in kalp cerrahı Dr. Hasnat Khan’la tanışmasıyla kuruluyor. Ardından onu bir ilişkiye ikna edebilmek için peruk takan, aşk acısıyla parklarda çıplak ayak koşup hemen ardından piyano çalan, onu kıskandırmak için paparazzilere yakalanan, bazı yardım etkinliklerine bile Khan’ı etkilemek için katılan bir Diana izliyoruz. Doktor ise filmde defalarca tekrarlandığı tanımla “dünyanın en ünlü kadını”nı çok seviyor ama onun ünü yüzünden mesleğine devam edemeyeceğini düşünüp iniş çıkışlar yaşıyor.
Nevrotik bir kadın
Pembe
Naomi Watts, 2003 yılında, 33 yaşındayken rol aldığı David Lynch filmi “Mulholland Çıkmazı / Mulholland Drive”dan sonra neslinin en popüler oyuncularından biri oldu. Bu hafta “Diana”da Prenses Diana olarak izleyeceğimiz oyuncu, 1980’lerin ortalarından itibaren oyunculuk yapmaya başladı ancak uluslararası alanda tanınan bir isim olması “Mulholland Çıkmazı”nda rol almasıyla gerçekleşti. Watts’ın kariyerinde olduğu gibi şöhreti uzun yıllar süren bir uğraşın ardından yakalayan diğer ünlü oyuncuları mercek altına aldık.
Gene Hackman
2 Oscarlı efsane aktör Gene Hackman, 1950’lerin ortasında Kaliforniya’da Pasadena Playhouse’un tiyatro okuluna girdi. Burada sınıf arkadaşlarının oylarıyla arkadaşı Dustin Hoffman’la birlikte ‘başarı şansı en az’ listesine seçildiler. New York’ta kapıcılık gibi işler yapan Hackman, Off-Broadway oyunlarında rol aldıktan sonra 1960’ların ortasında filmlerde küçük roller buldu ve 1967 yapımı “Bonnie and Clyde”daki Clyde’ın abisi Buck Burrow rolüyle büyük çıkışını 37 yaşındayken gerçekleştirdi. Bu rolle yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar adayı olan Hackman’ın müthiş performanslarının devamı geldi. Hoffman ile kendisinin yer aldığı başarılı
Variety’deki bir makaleden yola çıkan Sofia Coppola, yeni filmi “Pırıltılı Hayatlar”da özendikleri ünlülerin evlerini soyan bir grup ergeni merkeze alıyor
Variety’de yayımlanan Nancy Jo Sales’ın “Şüpheliler Louboutin giyiyor” başlıklı yazısını çıkış noktası olarak alan Sofia Coppola, “Pırıltılı Hayatlar / The Bling Ring”de ünlülere özenerek yaşayan gençlikten gerçek bir hikaye anlatıyor.
Orta halli ailelerin çocuklarından oluşan, ün meraklısı Rebecca adlı bir kız önderliğinde bir grup arkadaş, Paris Hilton, Megan Fox gibi isimlere özenirler. Bir gün bu ünlülerin nerede olduklarını bulmanın ve boş evlerine girmenin hiç de zor olmadığını deneme yanılma yoluyla keşfederler. Ardından bu şahsiyetlerin evlerini, marka eşyalarını, paralarını alarak talan etmeye başlarlar. Bu onlar için gitgide rahatlıkla yaptıkları sıradan bir alışkanlık haline gelir. Kurbanları arasında Orlando Bloom, Paris Hilton ve Megan Fox da vardır.
Hikaye, tüketim toplumu, ün(lü) saplantısı, medya gibi pek çok konuya dokunması açısından tam bir altın madeni. Ancak özellikle “Marie Antoinette” ve “Somewhere” gibi son dönem filmlerinde karakterlerle arasına geniş bir mesafe koymayı tercih eden Coppola, bu