Demet Şener ile İbrahim Kutluay’ın 2005 yılında Çırağan Otel’deki muhteşem düğünleri, merdivenlerde çekilmiş fotoğraflarını hâlâ gayet net hatırlıyoruz. Daha sonra yıllar içinde iki çocuklarıyla birçok kez mutluluk pozları da verdiler. Evliliklerinin 11’inci yılında ise Demet Şener boşanma kararı aldığını açıkladı.
Olabilir tabii, insanlar evlenirken sonsuza kadar aynı yastığa baş koyacaklarına, iyi günde kötü günde beraber olacaklarına dair sözler verirler ama her evliliğin sonsuza kadar sürmesi beklenemez.
Aşk biter, anlaşmazlık başlar, başka sorunlar ortaya çıkar ve ayrılırsın. Birbirine saygını kaybetmeden, varsa çocuklarına zarar vermeden, incitmeden ayrılırsın.
Ama işin içine ihanet girmişse her şeyden önce saygıdan eser kalmaz, çocuklar etkilenir, hatta küçük yaştan başlayarak evlilikten korkmaya, güven duygularını kaybetmeye başlar.
Kadıköy’de bir kaldırım taşında verdiği bıçkın pozla ünlü olan Tombili’nin; heykeltıraş Seval Şahin’in gönüllü yaptığı heykelini duymayan kalmadı değil mi? Yazın hayatını kaybeden Tombili’nin heykelinin yapılması için kampanyaya imza atan 17 bin hayvansevere olumlu yanıt veren Kadıköy Belediyesi; Dünya Hayvanları Koruma Günü’nde açtı heykeli. Hayvan sevgisini yaymak, farkındalık yaratmak için yapılan böyle sevimli bir proje içimi açtı doğrusu. Kadıköy Belediyesi’nin hayvanlar için yaptığı çalışmaları tüm belediyeler örnek almalı. Kadıköy’de sokak hayvanlarına periyodik olarak mama dağıtılıyor, parklara sabit su ve mama kapları koymuşlar. (Sadece mamaya değil suya da ihtiyaçları var ama onlara su vermek pek akla gelmiyor, lütfen unutmayalım.) Bütün bakımları, tedavileri, aşıları yapılıyor ve gönüllülerle birlikte hayvanlar için birçok kampanya düzenleniyor.
Sadece sevmek yetmez...
Mesela ‘Satın Alma Sahiplen’ kampanyasıyla yılda 750 kedi ve köpeğe sıcak birer yuva sağlanıyormuş. Sokak kedilerinin barınması için kedi evi projesi, kışın soğuktan korunmak için araba kaputuna saklanan kedilerin ölmemesi için ‘Kaputa Vur’ çalışması, ‘Frene Bas’, ‘Susuyoruz ama Söylemiyoruz’ gibi
Gencecik yaşında dünyaca tanınan ve milyonlarca hayranı olan bir şarkıcının yaşadığı tatsız bir magazinel olay yüzünden işini gücünü askıya alıp köşesine çekilmesini anlamak zor valla. Demi Lovato’dan bahsediyorum. Hani ona Taylor Swift’in insan ötesi güzellikteki yakın kız arkadaşları sorulduğunda; “Aralarında normal vücuda sahip birini göremiyorum. Sanki her kadın böyle görünmeli gibi düşündürüyorlar. Bu gerçek değil” dedi diye Taylor Swift hayranları tarafından sosyal medya lincine uğradı ya. Aslında söylediklerinin her kelimesi doğru. Ve bahsettiği kişiler için kötü bir şey de demiyor. Onların gerçek olamayacak kadar güzel olduğunu ve bunun da normal kadınların psikolojisini etkilediğini söylüyor. Ee haklı.
Voltranı oluşturmuşlar!
Tüm kadın ve moda dergilerinde, reklamlarda, filmlerde, defilelerde kısaca her yerde bizlere empoze edilen ‘kadın figürleri’ çok ekstrem tipler değil mi? Tüm kadınların bilinçaltına yerleştirilen “İşte siz de böyle olmalısınız” duygusu değil mi? Taylor Swift’in manken arkadaşları da bu ekstrem figürlerin bir araya gelip voltranı oluşturmuş hali işte!
Demi Lovato madem bir laf etti ve herkesin düşündüğü şeyi söylediği için özür dilemeyeceğini belirtti; o
Her daim güler yüzlü, neşeli, gamsız halleriyle bildiğim çok eski bir arkadaşımla mesajlaşıyorduk. Son dönemde yaşadığım büyük bir üzüntü nedeniyle tadım tuzum olmadığı için buluşma planımızı ertelemekti niyetim.
Bir anda “Ben çok mu mutluyum sanıyorsun, ya da etrafımızda görüp mutlu olduğunu sandığın insanların gerçekten öyle olduğuna mı inanıyorsun?” diye başladı söze. Hani “Bir dokun bin ah işit” derler ya, aynen o hesap... O hiçbir şeyi kafaya takmaz sandığım arkadaşımın içinde ne fırtınalar kopuyormuş da hiç çaktırmıyormuş. “Hayat işte” dedi sonra, “Yaşayıp gideceğiz, fazla takmamak, düşünmemek lazım”...
Başka bir arkadaşım beklentilerden bahsediyordu geçen gün. Şayet en yakınımız da dahil, hiç kimseden bir beklentimiz olmazsa mutlu olabilirmişiz, kendisi öyle yapıyormuş. Güzel diyor da, insan ister istemez bekler yakınında olan arkadaşının, sevgilisinin, güven duyduklarının varlığını, manevi gücünü hissetmeyi. Yoksa yan yana bitmiş otlardan ne farkımız olur ki?
Bir nevi Pollyanna’cılık
Bir tanesi artık hiçbir şeyin onu etkilemediğine ve sürekli mutlu olduğuna inandırmış kendini. Bir nevi Pollyanna’cılık oynuyor. Oynuyor da gerçekten mutlu mu, o kadar değil ki.
Say say bitmeyecek
Hatırlayacağınız gibi ‘Bridget Jones’un Günlüğü’ film serisi; oyuncuları, farklı ve eğlenceli senaryosu ile dünya çapında büyük ilgi çekmişti. Renee Zellweger, Colin Firth ve Hugh Grant ile oynamış, ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Oscar’a aday gösterilmişti. Birinci filmden 15 yıl sonra çekilen ve Zellweger’in Colin Firth ve Patrick Demsey’le başrolleri paylaştığı üçüncü film ‘Bridget Jones’un Bebeği’ni birçok açıdan ilgiyle izledim.
Öncelikle yardımcı rolde harikalar yaratan Emma Thomson’u ve serinin meşhur ‘Mark Darcy’si Colin Firth’ü çok sevdiğim için… Sonra “Acaba yeni film de diğerleri kadar iyi olabilmiş mi?” diye merak ettiğim için… Bir de Renee Zellweger’in yüzünü inceltmek için yaptırdığı ve ifadesini tamamen değiştirdiği için çok tartışılan estetik operasyonlarının sonucunu görmek için! Evet, gerçekten değişmiş…
Daha önceki yüzü toplu ve yuvarlak olsa da ifadesi çok daha doğal ve sevimliydi. Ama kendisi eleştiriler karşısında; “Neden erkekler yaşları veya operasyonları nedeniyle eleştirilmiyor da hep kadınlar eleştiriliyor?” şeklinde haklı bir tepki gösterdiği için bu konu üzerinde durmayacağım. Filmin, birinci Bridget Jones’u anımsatması için gereken her şey yapılmış.
Instagram’da sürekli takip ettiğim ve kısa zaman önce sizinle de paylaştığım ‘Gıybet Makinesi’nin bir paylaşımı günlerdir aklımda: “Aslında film çekimi gibidir hayat, tam mutlu oldum derken yönetmenden ses gelir; Kestik!” Hayatı en iyi özetleyen tespitlerden biri. Biz ne yaparsak yapalım, hayat hiçbir zaman sıkıntısız gitmiyor. Bir anda elimizde olmayan sürprizler çıkıyor, öylece izlemekten başka bir şey yapamıyoruz.
En hüzünlü anlarda bile güçlü olmaya, dik durmaya çalışanlardanım. Annem böyle öğretmiş, kardeşimle benim bir an için bile devrildiğimizi görmek istemez. Hani o şarkı sözündeki gibi; “Eğilsem bile devrilmem!” Çünkü bir kez devrildin mi, kalkmak çok daha zordur.
Ama maalesef ki az önce bahsettiğim yönetmenin ‘Kestik’ sözü, bu sefer benim için çok ağır oldu. Efsanevi primadonna, Türkiye’nin tarihine geçen opera sanatçımız Leyla Demiriş’in, bende sonsuz emeği olan canım hocamın, her şeyimi paylaştığım, hep yanımda olacak gibi hissettiğim anne yarımın aramızdan gidişini; aklı mantığı yerinde ve daha önce de kayıplar yaşamış bir yetişkin olsam da kabul etmekte çok zorlanıyorum.
Sanki bir telefon uzakta olacaktı
Sanki birazdan telefon çalacak ve o pamuk sesiyle “Kızım seni
Daha 19 yaşında konservatuvar öğrencisiyken üstün yeteneği sayesinde başrol söylemeye başladığı İstanbul Devlet Operası’nın 41 yıl boyunca baş solistiydi. Henüz öğrenciyken Turandot operası ‘Liu’ başrolü ile başlayan sanat hayatını ve baş solistlik görevini 30’dan fazla yabancı opera ve birçok Türk operasının en büyük partilerini yorumlayarak sürdürdü.
Türkiye’yi yurt dışında, dünyanın dört bir yanında, her sahneye çıkışında ayakta alkışlandığı büyük başarılarla temsil etti. New York Metropolitan Operası’nda, NY Senfoni Orkestrası eşliğinde konser veren ilk Türk opera sanatçısı oldu.
Eşi kıymetli opera bestecisi Okan Demiriş ile uluslararası seviyede eserler üreterek Türk operasını dünyaya tanıtma hedefini misyon edindiler. Okan Demiriş konser aryalarını ve operalarındaki baş kadın rollerini eşinin ses rengine göre bestelemiş ve bir röportajında “En güzel operalarımı Leyla’ya yazdım” demiştir.
Primadonna Leyla Demiriş
İşte o Leyla, olağanüstü sesine olan aşkıyla büyük besteci Okan Demiriş’in Türk opera tarihine geçen operalarını yazdığı Leyla Demiriş... Türkiye’nin efsanevi primadonnasının sanat ve kültürümüze kattığı büyük değerleri burada birkaç satıra sığdırmaya olanak yok.
Kardeşim Yasemin, her Bodrum seyahatinde yaptığı gibi bayram tatilinde de Marina Yacht Club’da Fatih Erkoç’u dinlemeye gitti. Rezervasyonsuz yer bulmanın çoğu zaman imkansız olduğu, yıllardır istisnasız her defasında dolup taşan Erkoç’un sahnesini; söylediği yerli, yabancı şarkılarla, çaldığı saksafonla usta müzisyenin dinleyicisine yaşattığı müzik ziyafetini anlatırken çok takıldığı bir konudan da bahsetti kardeşim.
Santaçı şarkılarını söylerken suratına doğru tutulan onlarca telefon kamerasının ışığından rahatsız olmuş ve “Anı yaşamak yerine neden videoya çekiyorsunuz? Lütfen çekmeyin” diye rica etmiş insanlardan...
Sanki hiç böyle bir ricada bulunmamış, rahatsız olduğunu söylememiş gibi o ışıklarını sahneye tutmaya devam etmiş bir sürü kişi. Hani şeytan diyor ki al o telefonları, üzerinde tepin geri ver, “Al şimdi çek” diye! Yeminle yurt dışında bir sanatçı olsa bırakır sahneyi gider bu saygısızlığın üzerine!
Hayatın tadı hızla kaçıyor!
Bu hikayeyi dinledikten sonra bu kez Tarkan’ın da aynı sebepten hayranlarına kızdığı haberini okudum.
Antalya EXPO’da verdiği konserde binlerce kişinin devamlı telefonlarla çekim yapması karşısında; “Cep telefonuyla uğraşmaktan konserin keyfine