Hep dört ayak üstüne düşenlerdendir Serdar Ortaç, ya da Perihan Mağden’in deyimiyle SertaÇ. Piyasanın daralmış olması hiçbir şey demez ona. Hep üstte kalanlardandır; sloganlarını-tamlamalarını doğru seçer, layıkıyla cümle içinde kullanır ve üstte kalmayı becerir-başarır.
Hep ÜSTTE.
Tarkan’ın bile tası-tarağı toplayıp çekilmek durumunda kaldığı bir “sahne”den, bir “ortam”dan söz ediyoruz. Hit şarkı yaratmanın, albüm satmanın aslanın ağzında, hatta daha derinde olduğu bir çağdan yani.
Geçen yılki o bakkal/süpermarket muharebesi bile ona yaramıştı. O çıktı bir şey söyledi, bu kalktı başka şey söyledi ve bir de bakıldı ki, extraların tamamı onun (ve Bengü’nün tabii) olmuş.
Bir de görüldü ki, satılabilen albümlerin büyük bir kısmı ona isabet etmiş. Şarkıları seviliyor-ezberleniyor, zır zır ötüp durması için cep telefonlarına yerleştiriliyor.
İşte bunun güveni ile hazırladı son albümü “Nefes”i; çekirgenin üç ya da
Sultana 2000 yılında, “millenium” heyecanının-telaşının ortasında çıkmıştı karşımıza, bir “Çerkez Kızı” olarak.
Kriz “Geliyorum!” diyordu elbette ama, henüz gelmemişti. İşaretler çakılmıştı, fakat anlamaz-bilmez davranıyor, hayatın tadını çıkarmaya devam ediyorduk.
Bu son mutlu günlerimizin orta yerine bomba gibi düştü Sultana. Bir ihtilalciydi o! Korkmuyor, lafını sakınmıyor, anlatıyor-söylüyor, hatta küfrediyordu. “Bunları böyle yaparak, şöyle şöyle davranarak nereye kadar gidebileceksiniz ki...” demeye çalışıyordu gözlerimizin içine bakarak.
Anladık mı? Evet, elbette. Bu konuda hiçbir zaman sorunumuz olmamıştır. Anlarız; hatta “Haklı!” bile deriz. Ama geçeriz. Anında geçeriz, zora gelemeyiz çünkü; “Üff” deriz, “kim uğraşacak” deriz-geçeriz.
Yine öyle yaptık ve bununla da kalmayarak kızcağızın ağzını tıka basa kırmızı biber ile doldurduk. “Bak şu hadsize,” dedik; “hem demediğini bırakmıyor, hem de hayattaki en büyük
“Masada boş bardaklar, kirlenmiş tabaklar, çoğalıyor önümde, bitmesin sabaha kadar... Uykusuz her gece, bu soğuk kahvede...”
Fikret Şeneş bu sözleri 1983 yılında yazmış; bırakın “cafe-kahve” patlamasını, daha doğru dürüst sokağa çıkamıyoruz bile.
“Kadın”ın, bırakın bir cafe-kahvede garsonluk ya da bulaşıkçılık yapmasını, herhangi bir alanda çalışmasına bile “iyi göz”le bakılmıyor henüz.
Ve böyle bir ortamda, Fikret Şeneş çıkıyor; “kapı açık, arkanı dön ve çık, istenmiyorsun artık” demesinin üzerinden fazla geçmemişken, “herifi kapının önüne koyup bağımsızlığını ilan eden kadın”a tekrar “el” veriyor, herkesin dediklerini-diyeceklerini umursamayarak “iş”e koyuyor-koşuyor.
Evet; iş dediğiniz de bir başka “esaret”, bir başka “patron”un ağız kokusu, şu bu ama, Fikret Şeneş’in hayal ettiği kadın budur işte! Bağımsız, tek başına yetebilen, tek başına hayatı sürdürebilen biri.
“Vitrin”i de Ajda Pekkan’dır Fikret
Üç yıl oldu Kazım Koyuncu’yu kaybedeli. Dünya bu, “yalan” olduğu defalarca söylenmiş. Şu da söylenmiş her zaman: “Bugün varız-yarın yokuz.” Evet doğru.
Kazım Koyuncu’nun çok erken, çok genç yaşta kaybedilmiş tek “fidan”ımız olmadığı da doğru. Peki, neden acaba onun ölümünü bir türlü (ama bir türlü) kabullenemedik?
O konserlerindeki hali, o sahnedeki duruşu neden gözlerimizden silinmedi? Neden her hatıra sonrası dönüyor, deliler gibi şarkılarına sarılıyoruz? “Hayde gidelum hayde, dağa karayemişa, elun nişanlısına, ben nasıl deyim hayde...”
İşin özeti şu: “İyi insan”dı Koyuncu. İyi müzisyendi-iyi şarkıcıydı elbette ama asıl özelliği buydu: İyi insandı; tepeden tırnağa iyi.
Ve bu mükemmel insanı Çernobil’lerin-radyasyon bulaşmış/bulaşmamış çayların büyük katkısıyla, bir başka “diyar”a yolcu ettik. Ne denir ki? “Bu çaylar-bu sular temiz, radyasyon madyasyon yok!” diyenleri, bir parça utandıramayacak olduktan sonra,
Rafet El Roman’ın (“Yalancı Şahidim” ve “Sürgün” gibi şarkıların katkısıyla) yeniden ya da ikinci doğuşunu borçlu olduğu Ender (Gündüzlü), uzun süredir hazırlıklarını sürdüğü duyulan ilk albümünü nihayet tamamlayabildi.
Adından (“Enderin”, İkon/Milhan) ön kapağına, iç kapaklardaki fotoğraflardan tasarımına kadar, “Ben farklıyım; diğerlerinden farklıyım!” diyen bu albüm, hakikaten de farklı.
Rafet El Roman’a verdiği ve yukarda adlarını andığımız şarkılardan da kolaylıkla anlaşılacağı gibi, İsmail YK ve şürekasının civarından geçmemiş bir müzisyenle karşı karşıyayız.
Civarından geçmek bir yana, bu “civar”ı ciddiye almayan ama onlarla didişmek-sürtüşmek yerine, cevabın, verilmesi şart olan cevabın “şarkı” ile yalnızca şarkı(lar) ile verilmesi gerektiğini düşünen bir genç yaratıcı-solist ile karşı karşıyayız.
Kendisinin ve kendisinden yola çıkarak “bugün”ün şifresini çözmüşlerden de Ender.
Elinde yeterince, hatta
Müziğin (her şeyle birlikte) ayaklar-postallar altında ezildiği günlerin, büyük sürprizlerindendi Gündoğarken.
Mazhar Fuat Özkan’ın “önlenemez tırmanışı” sürmekte, kalpleri bir nebze olsun ferahlatmaktayken, bir de Gündoğarken çıkmıştı karşımıza.
“Amca” İlhan Şeşen, çakı gibi iki yeğeni Gökhan ve Burhan’ı yanına almış, yollara-sahnelere çıkmıştı.
“Hayat bu; kader deriz, şans deriz, talih deriz...” ya, zaman da müsaitti, biz de öyle ve derken, Gündoğarken dolmuştu gecelerimize.
Tabiri caizse, en alt basamaklardan dahil olmuşlardı bu işe. “Memleketi ve sizi kurtaracağız!” iddiasında değillerdi. Usul usul söylemeye başlamışlardı şarkılarını.
Cuntanın “beyaz ve boş bir sayfa”ya çevirdiği bilincimize el atmaları gerektiğini biliyorlardı; hem altına, hem de üstüne.
Üzerimizdeki ölü toz ve toprağını, cuntanın ısrarlı “cinsiyetçi” tavırlarına karşı durarak silkelemeye başladılar.
Çok “dil”li bir sanatçıdır Rojin. Söyleyeceği şarkının rengine-milliyetine-kaynağına-cinsiyetine bakmaz; “iyi şarkı-kötü şarkı” diye bir ayırıma tabi tutar söyleyeceklerini.
Ya da bakar, ayrımcılık da yapar; ama pozitif yönden, pozitif bakış-pozitif ayrımcılıktır onunki.
İlk albümünden beri böyledir Rojin; farklıdır, insancıldır.
“Benim bir misyonum var!” diyerek, başkaları gibi bağırmaz, çağırmaz; kendisine fazladan bir kıymet biçmez, fazladan bir önem atfetmez.
Albümlerinde de böyledir, sahnede de.
Sahnede ise özellikle böyledir. Müziği canlı canlı söylemenin tadına doymayanlardandır. Doymaz ve kendisini seyredenlere de, sahnede olmaktan aldığı keyfi, her harf-her nota ile aktarır-anlatır.
Çok “dil”lilik, albümlerinden çok sahnesinde tavan yapar zaten.
“Yok yok yok, sen beni tanımamışsın; delidir ruhum, beni anlamamışsın... Ben bu gemileri yakmasını da, ben bu durumdan çıkmasını da... Bilirim” diyor Nilüfer; son single’ı “Sen Beni Tanımamışsın”da (DMC).
Söz konusu Nilüfer olduğunda, bu çok ama çok iddialı dizelerin hiçbiri havada kalmıyor.
Hakikaten öyle biridir Nilüfer.
Daha 15-16 yaşlarındayken Hafta Sonu gazetesinin Altın Ses yarışmasına katılacak cesareti bulmuş kendisinde.
Hayat karşısına Nino Varon gibi (ki, bu single’da da müzik danışmanı bu efsane prodüktör) “müzikle yatıp müzikle kalkan” birini çıkarmış, bu uzun ve meşakkatli “zirve yolu”, 1972 yılında “Kalbim Bir Pusula/Ağlıyorum Yine” ile başlamış.
Ama “Zorsa zor, meşakkatliyse meşakkatli” demiştir hep Nilüfer; her zaman, her adımda.
Aynen son şarkısında dediği gibi yaptı; yeri-zamanı geldiğinde, “gemileri yakmaya” gerçekten cesaret etti. Hep böyle yapmıştır ya, biz yalnızca sonuncusunun altını çizelim. Zamanı geldiğinde, hiç korkmadan “Tak sepeti