Artık benden geçti, diyenlerdenseniz Penelope Fitzgerald’ın öyküsünü dinlemeye ihtiyacınız var.
Fitzgerald geçen yüzyılın en önemli İngiliz romancılarından biriydi. 2000 yılında, ardında çok övülmüş ve ödül kazanmış dokuz roman bırakarak 84 yaşında öldü.
Onu sadece birkaç ay önce keşfettim. “Maalesef” diyecektim ama bir bakıma Fitzgerald’la geç buluşmam, romansız kaldığım bir döneme rastlamış olduğu için iyi oldu. Ömrünü okuyarak geçiren bütün insanlar, parasız kalan emekliler gibi, bir gün gelir romansız kalır.
Bir ay kadar önce, bir yerlerde, Fitzgerald’ın Offshore adlı romanı hakkında bir yazı okudum. İlgimi çekti. Ismarladım ve büyük haz alarak okudum. İnsanın bitirmek istemediği bir şekerlemeyi ağzında yavaş yavaş evirip çevirerek emdiği gibi cümlelerini ağır ağır, tekrar tekrar okuyarak kitabı bitirdim.
Nasıl olmuş da bu kadar yıl Fitzgerald’dan haberim olmamıştı?
Şimdi üçüncü romanını okuyorum. Bu yazdığı son kitap olan ve birçok eleştirmenin şaheseri olduğunu söylediği The Blue Flower’dır. Türkçesi Mavi Çiçek adıyla yayımlandı.
Fitzgerald ilk romanını 61 yaşında yayımladı. Bundan önce üniversite bitirdi, İkinci Dünya Savaşı’nda BBC’de çalıştı, evlendi, bir
İstanbul’da kitle taşımacılığını geliştirmeye yönelik bitmeyen, hummalı bir faaliyet var.
Ana caddelerden kulvar çalınarak sadece belediye otobüslerine mahsus yollar yapılıyor. Yeni üst geçitler, köprüler, tüneller açılıyor. İşler kaliteli ve şık ve çabuk bitiriliyor.
Yüzeysel açıdan alkışlanacak bir faaliyet. Ama içyüzü bulanık ve çirkin. Çünkü ihaleler şeffaf değil, kısıtlı rekabet ortamında, keyfi kıstaslara göre yapılıyor.
Bu ihaleler nerede ilan ediliyor? Nerede yapılıyor? Nasıl? Yarışmalara kaç şirket katılıyor? Hangi şirketler kazanıyor? İşler ihale edilen fiyata mı bitiyor yoksa ilerledikçe bedel de tırmanıyor mu?
Belediyenin dışında bilen yok.
Müteahhitler ihaleleri kimin yaptığını bilmiyor
“Ankara’da, İstanbul’da burnumuzun dibinde işler yapılıyor, kimin yaptığını bilmiyoruz,” diyor Müteahhitler Birliği Başkanı Erdan Eren. “İstanbul’da koca koca ihaleler yapılıyor. Herhangi bir gazetede ilan edildiğini görüyor musunuz?”
Bir zamanlar Amerika’nın en güzel kadınlarından biri olan bir arkadaşım var.
Adı Rosie. Onu hiç görmedim. Az daha görüyordum. Ama olmadı.
Bir zamanlar Amerika’nın en güzel kadınlarından biri olduğunu onu bana yollayan arkadaşımdan öğrendim. Rosie İstanbul’a geldi. Randevulaştık. Ama hastalandığım için buluşamadık.
Ancak mail'leşmeye devam ettik ve elektronik düzeyde arkadaş olduk. Rosie’yi hiç görmediğim için bir zamanlar Amerika’nın en güzel kadınlarından biri olup olmadığını bilmiyorum ama Amerika’nın en eksantrik kadınlarından biri olduğunu garantileyebilirim.
Ondan aldığım son mesajda aynalardan bahsediyordu.
“Pazartesi günü ilk çekimi aldım” diye yazdı, ilk çekini nereden, ne için aldığını açıklamadan. “Gidip bozdurdum ve bir tek şey satın aldım: Bir ayna. Yüzüm durmadan değişiyor. Bir süreden beri bunun farkındayım (dakikadan dakikaya değil de saat başı diyebileceğim bir süratle yüzüm değişik görüntüler veriyor). Çoğu zaman bu görüntüler beni şaşırtıyor onun için yüzüme sadece banyoda değil (onu başkaları ile paylaşıyorum)... Kendi odamda, istediğim zaman rahat rahat bakabilirsem belki... Ne öğrenebileceğimi pek kestiremiyorum ama... Her neyse. Özetlemek gerekirse:
Dünya finans krizi demir çelik sektörünü altüst etti.
Cevher fiyatlarında, üretimde, mamul fiyatlarında ve navlunda baş döndürücü düşüşler yaşanıyor.
Dün konuştuğum bir demir-çelikçi “navlun fiyatları o kadar düştü ki malı gemide tutmak ambarda muhafaza etmekten daha ucuz” dedi.
Geçen mayısta 120 milyon ton olan dünya çelik üretimi eylülde 108, ekimde 100 milyon tona düştü. Uzmanlardan aldığım bilgiye göre, denge, muhtemelen yılda 80-85 milyon ton düzeyinde kurulacak.
“Bu, cevher talebi aylık 30 milyon ton düşüyor demektir” diye konuştu bir uzman. “Cevherde arz ile talep arasında yıllık 20 milyon tonluk fark varken, dünya çelik fiyatları astronomik bir şekilde yukarı fırlamıştı. Yıllık 20 milyon ton nerede, aylık 30 milyon ton nerede, diye düşünürseniz kargaşanın büyüklüğünü anlarsınız.”
Gizli pazarlıklar
Otomobil üreticileri en iyi zamanlarını yaşamıyorlar. ABD’nin üç büyük araç üreticisi General Motors, Ford ve Crystler 34 milyar dolarlık acil yardım için Kongre’ye başvurdular. Parayı almazlarsa iflaslarını ilan edecekler.
Almanya hükümeti Opel’e bir milyar euro’luk kredi açmaya hazırlanıyor.
Dünyanın en kaliteli otomobilleri arasında bulunan Volvo ve Saab mali yardım için İsveç hükümetinin kapısında bekliyor.
Bu haberleri yabancı gazetelerde okuyunca aklıma şu soru geldi: Araç üreticileri Türkiye’de de zor günler geçiriyor. Sektör, ülkenin en büyük ihracatçısıdır. İstanbul Sanayi Odası’na göre, 2007 yılında en büyük beş ihracatçının üçü otomotiv sektöründendi. En çok işçi çalıştıran 50 kuruluşun sekizi otomotiv sektöründedir. Yan sanayi de hesaba katılınca, yüz binlerce kişi bu sektörden ekmek yiyor.
Soruyu kendime sordum...
Ama global yavaşlama sektöre büyük bir darbe indirdi. Türkiye Otomotiv Derneği ekimde araç üretiminin bir yıl önceki ekime göre yüzde 22 düştüğünü açıkladı. Kasımın ilk 24 gününde otomotiv ihracatı yüzde 35 geri gitti. İç satışlarda da düşüşler var.
Çok uzun yıllar önce Ankara’daki bir devlet hastanesinin koridorlarında yürürken duvarda asılı bir tabelada şunları okudum: “Katlanılması en kolay sancı başkalarının çektiğidir.”
Neden hastanede idim, hatırlamıyorum. Hasta olarak olmadığım kesin ama kimi ziyarete gitmiştim? Tamamen aklımdan çıktı.
Tabelada yazılanları ise hiç unutmadım. Ağrı insanı feylezof yapıyordu. Tabeladakileri okumak bana da biraz ağrı feylezofluğu bulaştırmıştı.
Onun için Ağrının Memleketinde adlı kitabı görünce hemen ısmarladım. Yazarı ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının en ünlü Fransız yazarlarından biri olan Alphonse Daudet (1840-97). Bugün artık edebiyat fakültesi öğrencileri dışında hiç kimse onun eserlerini okumuyor. Oysa zamanında romanları ve tiyatro eserleri ona büyük ün ve servet kazandırmıştı.
Daudet, 17 yaşında Paris’te frengi kaptı. Hastalık 25 yıl kadar etkisini fazla göstermeden vücudunda yaşadı. 1880’lere gelindiğinde frengi son dönemine girdi ve Daudet’ye 12 yıl tarifsiz acılar yaşattı. “Bazı günler var” diye yazdı, “uzun günler, sanki yaşayan tek şeyim sızım.”
Hiçbir zaman iyileşmeyeceğini, hastalığın gittikçe ilerleyerek onu tamamen felç edeceğini, kör olabileceğini, akli
Bankalar halktan topladıkları tasarrufların bir bölümünü rezerv olarak Merkez Bankası’na yatırmak zorunda.
Bu uygulama dünyanın hemen hemen her ülkesinde var.
Bizde rezerv oranı Türk Lirası tasarruflarda yüzde 6, döviz cinsinden tasarruflarda ise yüzde 11’dir. Bankalar, tasarruf mevduatınıza yatırdığınız her 100 liranın yüzde 6’sını, her 100 doların yüzde 11’ini Merkez Bankası’na vermek zorundadır.
Finansal krizin Türkiye’ye gelmesinden sonra bankalar, hükümetten, “karşılık” olarak bilinen bu rezerv yüzdesinin düşürülmesini istediler. Bu istek makuldur. Hatta, bankalar talep etmeden yapılması gerekirdi.
Nitekim, üç gün önce, Çin Merkez Bankası, rezerv oranlarını aşağıya indirdi. Financial Times’a göre, bu hareketin amacı, “ihracat taleplerindeki düşüş ve gayrimenkul piyasasının krize girmesi dolayısıyla sendeleyen işadamlarına kredi vermek üzere bankaların kasasında bulunan para miktarını çoğaltmaktı.”
Hiçbir şey yapılmıyor
Türkiye’deki tüm su kaynaklarının geliştirilmesinden sorumlu kuruluş olan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) 1951’de kuruldu.
Norveç su kaynaklarıyla ilgili ilk yasalarını Osmanlıların Söğüt çevresinden yayılmaya başladığı 12. yüzyılda yapmaya başladı. Norveç, akarsulardan elektrik elde etme konusunda Avrupa’nın bir numaralı ülkesidir. Elektriğinin yüzde 99’unu akarsulardan elde ediyor.
DSİ’nin sitesinden öğrendiğime göre, Türkiye, hidroelektrik potansiyelinin ancak yüzde 21’ini kullanıyor.
AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, DSİ bu potansiyelin tamamını elektrik üretiminin emrine vermek için hummalı bir faaliyete girişti. Üzerine tesis kurulabilecek bütün akarsular hidroelektrik santralı yapımı için açıldı. Uzmanlardan öğrendiğime göre, değişik aşamalarda 2000 civarında proje var.
Umursamaz bir gaddarlık
Norveç’te 4000’e yakın nehir sistemi var. Bunlardan birçoğu geliştirilmiş durumda. Geliştirilmemiş akarsu ve şelalelerden ekolojik olarak önemli olanları hiçbir zaman dokunulmamak üzere doğaya bırakıldı.
Eski tesislerde tamirat yapmak, yeni tesis inşa etmek sıkı incelemelerden sonra alınan lisanslara bağlı. Çevrenin korunması için konmuş yasa ve yönetmenliklerin