Son yıllarda Türkiye’nin bir enerji koridoru haline geldiği, övünç vesilesi yapılarak, konusu çok konuşuldu.
Türkiye’nin enerji koridoru haline gelmesi, üretici ülkelerin petrol ve gazlarını tüketici ülkelere satmak üzere inşa edilen boru hatlarının TC toprakları üzerinden geçmesi demektir.
Türkiye bu borulardan geçiş ücreti alır. Bu da atla deve değildir. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattından elde edilen gelirin yılda 150 milyon dolar olduğu söyleniyor.
Sinemanın koridorundan ne kadar film izlenebilinirse enerji koridoru olarak da o kadar zengin olunabilinir.
Boru hatlarından esas parayı kazananlar malın sahibi olanlar, bunun ticaretini yapanlardır. Ticaret de şöyle yapılır: Gaz veya petrol kuyu başında veya sınırda satın alınır. O andan itibaren alıcının mülkiyetine geçer. Alıcı, gaz ve petrolü büyük kârlarla başkalarına satar.
Gazprom ve Lukoil’in yaptığı budur. Bunlar Hazar Dörtlüsü olarak bilinen Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kazakistan’ın zenginliklerini satın alıp üzerine büyük kârlar ekleyerek Avrupa ülkelerine (ve Türkiye’ye) satarlar.
Hazar Dörtlüsü hem şanslı hem de şanssızdır. Zengin rezervlere sahip oldukları için şanslıdırlar. Ama denize çıkışları
Nabucco çevremizdeki bazı ülkelerden Avrupa Birliği’ndeki tüketicilere doğal gaz taşıyacak olan 3,000 küsur kilometre uzunluğundaki boru hattı projesine verilen isimdir. (www.nabucco-pipeline.com)
Bu hat ile ilgili en bilinmeyen şey akıtmayı planladığı yıllık 31 milyar metre küp doğalgazın hangi ülke veya ülkelerden temin edileceğidir. Boru hattının güzergâhını gösteren haritalarda Türkiye’nin doğusundaki gaz zengini ülkeleri görürsünüz. İmal edilen gazın Azerbaycan, Türkmenistan, hatta İran gibi ülkelerden alınacağıdır.
Ama bu gazı sağlamaya en büyük aday hiç aklınıza gelmeyen başka bir yerdir: Irak Kürdistan’ı.
Öykümüz Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait bir petrol ve gaz şirketi olan Crescent Petroleum ile başlar.
Crescent Petroleum on beş yıldır, daha çok ülkenin güneyinde, petrol ve gaz sahalarının geliştirilmesi için faaliyet göstermektedir.
2007’de de Kuzey Irak’taki Khor Mor ve Chemchemal sahalarının geliştirilmesi için Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile bir anlaşma imzalar.
MUŞ / VAN
Muş Valisi Erdoğan Bektaş bir gün bir Amerikalıyla konuşuyormuş. Amerikalı ona demiş ki: “Türkiye dikdörtgen bir tahta gibidir. Bu tahta batıya doğru eğiktir. Her şey batıya akıyor. Tahtayı düzeltmek zorundasınız. Bunu yapmazsanız olmaz.”
Bektaş başını sallıyor. “Bunu yapmanın bir bedeli var, bir de yapmamanın” diyor.
Söylemesine gerek yok. Yapmamanın bedelinin Güneydoğu’da huzursuzluğun bıçak gibi Türkiye’nin beline sokulu kalması olduğunu biliyoruz.
“İmkân ve potansiyelleri artık akıllı kullanmalıyız” diyor Demirci. “Bir para bulsak da buralardan kaçsak, uzun süre buralarda herkesin fikri bu idi. İnsanların ümitlerini gene buraya çevrmeliyiz.”
Bunu yapmaya çalışanlardan biri Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı (www.daka.org) Genel Sekreteri Emin Yaşar Demirci’dir.
Hakkâri
Van, Bitlis, Muş ve Hakkâri’nin meydana getirdiği Güneydoğu Anadolu’nun bu bölgesinde Hakkâri kuralın istisnasıdır.
Diğer üç ilde hükümetin yumuşama ve yatırım politikası olumlu meyveler vermeye başladı. Gerçi dört ilin hepsi sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralamasında hâlâ son yedi arasında yer alıyor. Ama Van, Bitlis ve Muş’ta gözle görülür bir iyileşme var.
Enerjik ve tutkulu yeni valiler devlet halk ilişkisinin düzeltiyor. Altyapı yatırımları son hız devam ediyor. Duble yol, okul, yurt, hastane açığı kapatılmak üzere. Yatırımlarda kıpırdanma var. Hakkâri’de bunları göremiyorsunuz. Dün bunun neden böyle olduğunu anlatmış olan işadamı Halit Yalçın’ın Hakkâri’ye “yaranın ağzı” adını verdiğini söylemiştim. Bu yara kapanabilir ama. Çünkü bütün Güneydoğu’da olduğu gibi Hakkâri’de de halk artık, başka bir yolda yürümek, özgürleşmek ve zenginleşmek istiyor. Hükümetten talebi bu.
Belki garip gelecek bunu duymak, ama bu bölgede AKP, PKK’dan popülerdir.
“İnsanlar AK Parti’ye kolay kolay hayır diyemiyor” dedi konuştuğum bir anne. “Yeşil kart verdi, çocuk yardımı yaptı, kömür dağıttı. Ciddi iyileşmeler yaptı. Burada insanların hiçbir şeyi yok. Başbakan bir şey söylesin diye
Hakkâri
Hakkâri dağların ardındaki yerdir. İran ve Irak ile sınırdaş olan bu ile Van’dan Zap Suyu ile birlikte giriyorsunuz ve gittikçe dikleşen vadilerin kenarından suyu izleyerek kente varıyorsunuz.
Tozlu benzin istasyonları bildiğiniz markaları taşımıyor. Yol kenarlarında reklam panoları yok. Türkiye’nin en fakir ilerinden birindeyiz. Burada kişi başına düşen gelir ülke ortalamasının dörtte biri. Kim neden reklam yapsın?
Yüksekova-İran sapağından sonra araç trafiği azalıyor. Doğa güzelleşiyor, insanı ferahlatan bir ihtişam kazanıyor. Cevizli yeşil kenarlar var. Bazı yerlerde nerdeyse dimdik masif birer kaya olan dağlar inanılmaz güzellikte. Arabadan inip dere boyunca yürümek istiyor canım. Suya ayaklarımı sokmak istiyorum. Dünyanın en güzel yerlerinden birinde olduğumun farkındayım.
Ama vardığım şehir asık suratlı ve aklıma şu soruyu getiriyor: Buraya, kel, bıçak uçlu, mor dağlarla çevrili bir çanağın içine, neden şehir kuruldu? Ve: Neden hâlâ burada oturuyorlar?
Sonra öğreniyorsunuz ki şimdi 54,000 kişinin tutunmaya çalıştığı Hakkâri hep böyle değildi.
Van
Van’da, Tatvan’da, Ahlat’ta, Siirt’te ve Muş’ta üç gün geçirdikten sonra anladım ki bu bölgeyi İstanbul’dan Ankara’dan görmek mümkün değil. Uzaktan bildiklerimizin çoğu yalan, abartılı...
Güneydoğu Anadolu çok büyük bir değişim yaşıyor.
En büyük ve dramatik değişim devletin bölgeye bakışında ve tutumunda meydana geldi. Bunu en bariz bir biçimde valilerde görüyorsunuz. Van Valisi Münir Karaloğlu, Muş Valisi Erdoğan Bektaş, Bitlis Valisi Nurettin Yılmaz, klasik vali tipinden çok uzak. Bölgeyi, orada yaşayan insanları seviyorlar; tutkulu ve enerjik hizmet veriyorlar. Bürokrat gibi değil tüccar gibi düşünüyorlar.
Durum değişti. Eskiden halk talep ediyor, hükümetler eziyordu. Şimdi halk talep ediyor, hükümet taleplere cevap veriyor. Kürt realitesi artık lafta değil gerekten kabul edilmiş.
“Van kedisinin gözleri değişik renkli” diyor Van vali yardımcılarından Atay Uslu. “Ama aynı şeyi görüyor. Biz de böyle olmalıyız. Değişmeli, başka şeyleri konuşmalıyız.”
“Burada her şey yeni yeni yapılıyor” diyor Muş Valisi Bektaş. “Yeni yeni ev yapılıyor, eşyalar alınıyor. Cıvıl cıvıl, ileriye ümitle bakan bir ekonomi var. Çözüm özel sektörde, reel, ayağı yere basan işlerde.”
Ozanköy
Çiçek verdiği zaman sarı çiçek açan ağacın gölgesinde oturuyorum ve kitap okuyorum. Rüzgâr esince ağaç gıcırdıyor. Bazen yatak gibi, bazen arkada unutulmuş bir yavru gibi ses çıkartıyor.
Burnuma bir yasemin kokusu geliyor, bir incir... Kırsalda nefes alıp vermemiz daha derin, şehirlerde sığdır çünkü kırlar güzel kokularla, şehir pis ve zehirli kokularla doludur.
Şehirde sokağa çıktığımızda farkına bile varmadan nefesimizi sığlaştırırız. Vücudumuz havanın zararlı maddeler taşıdığını bildiği için en azını içine almak üzere kendini ayarlar. Kırlarda ise hava güzel, sağlıklı kokularla yüklüdür. Bunları içimize alıp keyfini çıkartmak için derin derin nefes alırız.
Salt nefes alıp vermede, bir sihir var. Yaşamın keyfi nefes almanın keyfine eşittir. Nefesinden keyif almıyorsa hayatından tam keyif alamaz insan.
Ben böyle diyorum ama çocuklarım aynı fikirde değil. Benzin istasyonundan depomu doldururken yanımda oturan Sara (15) “Bu kokuya bayılıyorum” diyor, milyarlarca yıl önce ölmüş canlıların rafine edilmiş sıvısından çıkan kokuyu çekerek.
“Ben de İstanbul’un kokusunu seviyorum” diyor Selim (17) “Duman, egzoz kokusunu, çöpleri ve diğer pislikler. Bayılıyorum.”
Bazıları anayasa değişiklikleri geçtikten sonra “sivil vesayet ortadan kalktı” diye bayram yaptı.
Bir anayasa değişikliğinin referanduma götürülebilmesi bile çok önemlidir. Değişikliklerin birçoğunun demokratikleşmeyi ilerletmediği de söylenemez.
Ama “sivil vesayet ortadan” kalktı diye dansa kalkanlara katılmak mümkün değil. Sivil vesayet kalkmadı. Bir sivil vesayet başka bir sivil vesayetle yer değiştirdi veya çok yakında değişecek. Bunda kutlanacak bir şey varsa ben görmüyorum. Çünkü yeni sivil vesayetin eskisinden daha kötü olacağına inanmak için birçok nedenim var.
Yargı bağımsızlığı
Bundan böyle, yargı sisteminin iki önemli kuruluşu olan Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyelerinin çoğunluğunu iktidar belirleyecek. Bu belirlemede önemli bir payı olacak olan Cumhurbaşkanı’nı iktidarın bir parçası sayıyorum.
Yani, yargı bağımsızlığı ortadan kalkacaktır. Daha doğrusu, yargı bağımsızlığına doğru ilerlenmiş olmayacaktır.