Hükümetlerin görevi köprünün yapılıp yapılmayacağına karar vermektir. Köprünün nerede yapılacağına mühendisler ve şehir planlamacıları karar verir.
Bizde böyle olmadı. Başbakan helikopterle İstanbul’u turladı ve “burada yapılsın” buyurdu.
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’a da bu buyruğu kamuoyuna açıklamak düştü: Yıldırım, geçtiğimiz nisan ayında, üçüncü köprünün şehrin kuzeyinde, Karadeniz sahiline yakın Garipçe ve Poyraz mevkileri arasında inşa edileceğini beyan etti.
Yıldırım’a göre 6 milyara mal olacak proje, kamu-özel sektör ortaklığıyla gerçekleştirilecekti. Bütün hazırlıklar bu sene içinde tamamlanacak ve yılsonundan önce ihale yapılacaktı.
Oysa hükümetin seçtiği güzergâhla ilgili birçok sorun var.
Bunların en önemlisi bu yolun Boğaz köprülerindeki sıkışıklığı gidermeyecek, şehirdeki toplu taşımacılığa katkıda bulunmayacak olması.
Bir başka deyişle, çözüm sorun olan değil olmayan yere uygulanacak.
Demokrasilerde halk ile yönetenler arasında yazılı olmayan bir anlaşma var. Bu anlaşma uyarınca halk yönetenlere ülkenin dümenini teslim eder, karşılığında yönetenler ülkeyi dürüstçe idare etmeyi vaat eder.
Dürüst idarenin ölçüsü kamu yararıdır.
Alınan her kararın, harcanan her kuruşun kamu yararına, halkın çıkarına olması gerekir.
Kamu yararı ilkesinden sapıldığında, kararlar halk yararına değil de bazılarına rant yaratmak için alındığında, bu sessiz mutabakat bozulmuş olur. Hükümetin üçüncü Boğaz Köprüsü ile ilgili yer seçimi böyle bir bozulmanın örneğidir.
Hükümet köprüyü İstanbul’un kuzeyine, Garipçe ve Poyraz mevkileri arasında, daha çok ormanların ve su kaynaklarının bulunduğu bölgeye yapacağını açıkladı. Amaç, İstanbul’un iki yakası arasındaki trafik sıkışıklığını rahatlatmakmış.
Eğer amaç buysa bu güzergâh yanlıştır. Çünkü burada trafik yoktur.
Gelgelelim amaç İstanbul’un yerleşim bulunmayan alanlarını iskâna açıp buralardaki arazi sahiplerine rant kazandırmak ise o zaman doğrudur. Çünkü İstanbul’un yapılaşmamış alanlarının büyük bir bölümü buralardadır.
Sonbahar yaklaşıyor. Dün denizde yüzerken beyaz bir kuş sürüsünün sahile paralel uçtuğunu gördüm.
Göç başladı.
Göç deyince aklımıza genellikle kuşların sürüler halinde dağları, okyanusları aşarak yaptığı yıllık hicret gelir.
Aslında göç, içine sayısız yaratığı alan bir olgudur.
Balinalar, kaplumbağalar, penguenler, kelebekler, foklar, rengeyikleri, mikroskobik deniz canlısı planktonlar da göç eder.
Uçarak, yüzerek, sürünerek ve hatta sürüklenerek sayısız tür mevsimler değiştikçe yer değiştirir. Amaç mümkün olduğu kadar çok zamanı hayatta kalma ve üreme koşullarının en iyi olduğu yerlerde geçirmektir.
Meyve, tohum ve böceklerin bol, günlerin uzun olduğu yaz aylarında kuşlar kuzey küreye uçarlar. Günler kısalmaya, havalar soğumaya, besin azalmaya başlayınca güneye hicret ederler.
Sabancı Üniversite’nin kuruluşunda yapılan basın toplantısında bir gazeteci rahmetli Sakıp Sabancı’ya “Üniversiteyi şirketlerinize eleman yetiştirmek için mi kuruyorsunuz” diye sormuştu.
Sakıp Sabancı “Hayır, şirketlerimize rakip şirketler doğsun diye kuruyoruz” diye cevap vermişti.
Sabancı Üniversitesi’nin sahipliğindeki Inovent şirketi bu sözün tutulmasıdır.
Genel Müdür Serhat Görgün’ün sözleriyle Inovent; “Gelecek vaat eden iş fikri ve teknolojilere gereken ortamı yaratmak amacıyla kurulmuş bir yatırım, teknoloji transferi ve ticarileştirme şirketidir.”
Inovent bugüne dek “erken aşama iş fikrine sahip” 15 buluşu şirketleştirdi ve “kuluçka” merkezinde barındırdı.
Okyanusta damla
Haydar Paşa İlkokulu’nun dördüncü sınıfında “aytışma” adlı bir dersimiz vardı. Lefkoşa’da, İngiliz devrinde, yamalı pantolon, delik ayakkabılar; annelerimiz tarafından dikilmiş gömlek ve iç çamaşırı giydiğimiz yıllarda.
Aytışma, Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük’üne göre “bir konu üzerinde, belli kural ve yöntemlere uyularak yapılan tartışma”dır.
Sınıf üçer kişilik iki ekip meydana getirir, bunlar öğretmenin seçtiği bir konuyu tartışırdı. “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı” örneğin. Bir sonraki derste ekipler daha önce savundukları tezin tersini savunurlardı.
Belki bize her konunun lehinde ve aleyhinde tutarlı tezler ileri sürülebileceği öğretilmeye çalışılıyordu. Her iddianın iki yönü vardı. Hiçbir dava tamamen haklı veya haksız değildi. En doğruyu hiç kimse bilemezdi.
Uzlaşmaya varabilmek için insanın kendini karşısındakinin yerine koyması, dünyayı onun gözleriyle görebilmesi gerekir.
Anlama, uzlaşma ve hoşgörünün başlangıç noktası budur.
Eğer nüfus dairesinde, yeni doğmuş çocuğunuza vermek istediğiniz ismi vermeniz yasalara aykırı diye önlenirse Kürt olmanın ne olduğunu anlamaya başlarsınız. Çocuğunuza din dersinde zorla Hıristiyanlığın ilkeleri öğretilirse Alevilerin ne
Arabesk müziğe burun kıvırmak kendini beğenmişliğin, ukalalığın ve entelektüel kibrin Allahı’dır.
Müzik para gibidir, iyisi kötüsü yoktur. Saltanatı sonsuzdur.
Nasıl kötü çiçek yoksa kötü müzik de yoktur. Her müzik iyidir. Kötü olan müzik değil müziksizliktir.
Dünyanın en fena, en tehlikeli, en korkunç, en komplocu insanları müzik sevmeyen, müziği olmayanlar arasından çıkar. Müziği olmayan insan Tanrı’ya yaklaşamaz.
Blues bugün Amerika’da yapılan hafif Batı müziğinin büyük bir bölümünün pınarıdır. Bir zamanlar beyaz Amerikalılar, özellikle burjuva beyaz Amerikalılar, bu müziğe burun kıvırıyorlardı. Çünkü köle siyahların, Amerikalıların deyimi ile Afrikalı Amerikalıların müziği idi.
Kayıt cihazlarının daha keşfedilmediği yıllarda zenciler bestecisi belli olmayan bu şarkıları Güney’in plantasyonlarında pamuk toplarken, sırtlarında hapishane üniforması, ayaklarında zincir taş kırarken hep bir ağızdan söylerlerdi.
Aynen arabesk gibi garibanların, hayatın şans tanımadığı, ezilmiş ve hor görülmüşlerin müziği idi blues.
Aslında KKTC’nin sorunu ekonomik olmaktan çok siyasidir. Kıbrıs’ta iyi yönetme yeteneğine sahip olmayan bir hükümet ve siyasi sistem var ve ne biri ne de diğerinin alternatifi yok. Bu hep böyle idi.
Bu yapı bir dilenme ekonomisi yarattı. Kıbrıslıları dilenci bir millet haline getirdi.
Ekonomi Türkiye’den gelen yardımlarla ayakta duruyor.
Bu gerçek siyaseti tek odaklı hale getirdi: Türkiye’nin ayırdığı yardımı çoğaltmak ve dağıtımında söz sahibi olmak.
Daha açık bir anlatımla, siyaset salt rant üzerine bina edildi. Bu olgu hem siyaseti hem de ekonomiyi zehirliyor.
Mevcut sistemde ne özel sektöre, ne plana ve programa, ne de hatta rüyalara ve ideallere yer var. Çoğunluk halk için, politikacılar için, sendikalar için önemli olan Ankara’dan para kopartılması, üretmeden harcamaktır.
Türkiye Kıbrıslılara yardım edeceğim diye aslında kötülük yapıyor. Çünkü çürümüş, geleceği olmayan bu sistemi ayakta tutan yolladığı paralardır.
Türkiye ile KKTC arasında 1986’dan bu yana birçok IMF stand-by anlaşması benzeri protokol imzalandı ama hiçbiri tamamlanmadı.
Bir zamanlar Türkiye’nin IMF’den parayı aldıktan sonra programdan cayması gibi KKTC de Ankara’dan istediği parayı kopardı, sonra aklına eseni yapmaya devam etti.
Ankara da umursamadı.
“KKTC bütçesi TC bütçesin 300’de biri” diye konuştu Ankara’da üst düzey bir bürokrat. “Kimse bu küçük işle uğraşmak istemiyor. Herkes ver parayı bir de bunlarla uğraşmayanlım, havasında. Ama KKTC aynı zamanda Türkiye dış siyasetinin dörtte biri. Diğerleri geri çekilince Dışişleri ön planca çıkıyor. Onlar devreye girince ekonomik öncelikler bir kenara atılıyor.”
Lefkoşa’da konuşan üst düzey bir bürokrat da aynı fikirde: “Ne zaman sıkmaya çalışsan Türkiye kesenin ağzını açardı.”
Ancak öyle anlaşılıyor ki KKTC için deniz bitmiş durumda. Son birkaç yılda mali durum o kadar bozuldu ki Ankara sıkı durmaya karar verdi. KKTC’den sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek birkaç ay önce Derviş Eroğlu ile imzaladığı stand-by benzeri anlaşmayı “harfiyen” uygulatmak niyetinde.