Başbakan konu her açıldığında seçimlerin zamanında, yani en geç gelecek senenin temmuzunda yapılacağını söylüyor. Son üç gün içinde meydana gelen iki gelişme fikrini değiştirmesine neden olabilir mi?
Bu gelişmelerden ilki pazar günü yapılan referandumda “evet” oylarının en iyimser tahminleri aşıp yüzde 58’e ulaşmasıdır. İkinci gelişme ekonomiyi ilgilendiriyor ve AKP’nin seçim şansı için belki de birincisinden önemlidir. Gayrisafi milli hasılanın ikinci çeyrekte yüzde 10,3 büyüdüğü açıklandı. İlk çeyrekteki büyüme hızı 11,7 idi. Bu şekilde yılın ilk yarısındaki büyüme yüzde 11’e geliyor.
Olağanüstü olan bu genişleme en iyi tahminlerin üzerindedir. Finansinvest’e göre bunun anlamı ekonominin Lehman’ın batışından ve 2008-2009 krizinden önceki üretim hızına yeniden kavuşmasıdır. The Royal Bank of Scotland araştırmacısına göre bu performans Türkiye’yi bölgenin en hızla büyüyen ülkesi yaptı.
“Ekonomi bu yılın tamamında muhtemelen yüzde 7 oranında büyüyecek. Bu da Türkiye’nin bölgenin yatırımcı sevgilisi olan Polonya’dan ve hatta Rusya’dan iki misli daha hızla büyüyeceği anlamına geliyor” diyor analist.
Ekonomik performans
Bu iki gelişmenin ardından Türkiye’nin borçlanmasını
Beğenin veya beğenmeyin. Kabul edin veya etmeyin. AKP burada ve gitmeyecek. Referandumun verdiği haber budur.
Bir zamanlar CHP, Demokrat Parti, Adalet Partisi ne idiyse AKP odur, bir yabancı gözleminin deyimi ile “Türkiye’nin yeni, doğal hükümet partisi.”
Bir farkla. Çok partili demokrasiye geçildikten sonra diğer üç partinin hiçbiri art arda üç genel seçimde çoğunluk kazanmadı. AKP kazanacak.
Referandum sonuçlarının verdiği bir başka haber en geç 2011 Temmuz’unda yapılması gereken Meclis seçimlerinde AKP’nin çoğunluğu kazanmasının neredeyse kesin olduğudur.
Hatırlıyor musunuz, bir ara gazetelerde Türkiye Malezya olur mu türünden sorular soruluyor, yorumlar yazılıyordu.
CHP-MHP silik kaldı
Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyaya taptığı en ölümcül katkılardan biri Amerikan beslenme tarzıdır.
Arkasındaki muazzam para ve propaganda gücü ile bu tarz bütün dünyada genç, modern, cool bir yaşam biçimi olarak pazarlanmaktadır. Ve dehşetli bir salgın gibi dünyayı hasta etmekte, öldürmektedir.
Amerikalının sofrasında (ve kucağında ve arabasında) tükettiği gıdaların tümüne yakını bir fabrika üretim sürecinden geçmiş maddelerdir. Yani tarladan veya ağaçtan değil iş yerinden gelir. Yenilen etler fabrika usulü doyurulan hayvanlardan elde edilir. Büyük miktarda yağ, şeker ve tuz içerir. Unlar rafine edilmiştir. Ekmek beyazdır ve gerçekte ekmek kılığında şekerdir.
Bu sofrada her şey boldur sebze ve meyve hariç.
Bu diyetin sonucu obezitedir, şeker, kalp hastalığı ve kanserdir. Bilimsel araştırmalara göre ABD’deki obezitenin, yani aşırı şişmanlığın ve şeker hastalığının tamamı, kalp hastalıklarının yüzde sekseni ve kanserlerin üçte birden fazlası doğrudan bu diyetin sonucudur.
Buna karşılık geleneksel tarzda beslenen toplumlarda bu tür sorunlar yoktur.
Eğer bir çınar olsaydım bu günlerde yapraklarımı dökmeye hazırlanırdım. Leylek olsaydım göç yolunda olurdum. Ağustos böceği olsaydım susardım.
Sivrisinek olsaydım, yavrularımın gelecek ilkbaharda içinden çıkacakları yumurtalarımı saklar ölüme yatardım. Ayı olsaydım esnerdim. Uskumru olsaydım kuzeye, okyanusun daha soğuk sularının bulunduğu yerlere yüzerdim.
Güneş çoban, canlılar da onun sürüsüdür.
Yaz sonbahara dönüşünce, günler kısalır, havalar soğumaya başlar. Kış, ayaz ve buzlanma getirir, gıda ve güneş ışığı kıtlaşır. Kuzey kürede bütün canlılar kendini doğanın ustası addeden insan hariç bu duruma uyuma başlar.
Sonbahar canlılar için “Koşullar değişiyor, hazır olun” borusudur.
Doğa için hayat, hayatta kalmak ve üremek ve bunları sağlamak için mevsimlerin getirdiği değişikliklere uyum sağlamaktır.
Yaprak döken bitkilerin uyum şekli yapraklarını dökmek, fotosentez diye bilinen güneşten enerji temin etme işini kapatmaktır. Yapraklardaki nitrojen, fosfor, şeker, potasyum gibi besinleri kışa hazırlık olmak üzere gövdeye, dallara ve köklere nakledilir. Yaprağa yeşilini veren klorofilin kaybolur ve sarı, portakal ve kızıl sonbahar renkleri oluşur.
Türkiye’de yargının en büyük zaaflarından biri yargıçların benzer davalarda değişik hüküm vermeleridir.
Örneğin birisi Çorum’da bisiklet çalar, altı yıl hapse mahkûm olur, diğeri aynı suçtan İstanbul’da altı ay alır, bir diğeri ise “bir defa daha yapma” denilerek evine yollanır. Türkiye’de bu tür yargılar salgın denecek kadar çoktur.
Dün bu köşede Çevre Bakanı Veysel Eroğlu’nun tekzibi yayımlandı; bu salgının bir örneğidir.
Eroğlu bir yazımda ona “çevre düşmanı” dediğim için alındı. İstanbul’da savcıya başvurarak hakkımda hakaret davası açmasını talep etti. Ankara’da ise mahkemeden yazının tekzibinin onaylanmasını istedi.
İstanbul’da savcı yazıda herhangi bir hakaret emaresi bulmadığı için dava açmaya gerek görmedi, takipsizlik kararı verdi. Ankara’da Eroğlu’nun yolladığı tekzibe karşı itirazımı inceleyen mahkeme ise takipsizlik kararını yok saydı.
Eroğlu’nun yazımı tekzip etmesi ne onu doğa dostu yapar, ne de yazdıklarımın yanlış olduğunu gösterir. Onun doğa dostu olmadığı objektif kıstaslara göre kanıtlanabilir ama tersi mümkün değildir.
Milliyet gazetesinin 30.04.2010 tarihli nüshasının onuncu sayfasında Metin Münir tarafından, köşesinde ‘Ege Üniversitesi Yuvarlak Çay’da Neden Fikir Değiştirdi?’ başlığı ile kaleme alınarak kamuoyuna aktarılan yazının tekzibidir.
Mezkur yazıda müvekkilimiz Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu ülkemizdeki hidroelektrik santral projeleri nedeni ile Türkiye’nin doğa tarihine bir gün adı çevre tarihine harflerle
yazılacak bir çevre düşmanı’ olarak nitelendirilmiştir.
Hiçbir şekilde sorumlu gazetecilik anlayışı ile örtüşmeyen söz konusu yazıda, kamuoyu nezdinde dürüst, başarılı ve saygın bir bakan olan Prof. Dr. Veysel Eroğlu’nun vatan menfaatlerine aykırı hareket ettiği ve görevinin gereklerine uygun davranmadığı algısını yaratan işbu ibarenin mesnetsiz iddialardan açıkça haleldar eden iftiradan ibaret olduğu açıktır.
Öncelikle Türkiye’de enerjiye 2020 yılına kadar yaklaşık 40.000 MW’lık bir yatırım yapmak, üretim maaliyetlerini düşürmek ve enerji arzında dışa bağımlılığımızı azaltabilmek, toplam enerji üretimi içerisinde yerli enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretimi geliştirmek mecburiyetinde olduğunu belirtmek isteriz. Yenilebilir enerji kaynakları içerisinde bugün
Önce kulakları çınlamaya başladı. Bir süre sonra sesleri olduklarından daha yüksek tonlarda duymaya başladı. En ufak sesler dayanılmaz gürültüler haline geliyordu. Kulak tıkacı kullanmaya başladı ama derdine deva olmadı.
Bu iki arazın bir arada ortaya çıkması ender görülen bir şeydi. Doktor doktor dolaştı, bütün tedavi yöntemlerini denedi ama iyileşmedi.
En büyük zevkleri müzik dinlemek, kitap okumak, dostlarıyla birlikte pub’da birkaç kadeh bir şeyler içip sohbet etmekti.
Müziğe o kadar tutkundu ki altmışından sonra piyano dersleri almaya başlamış, basit parçaları çalar olmuştu. Artık piyanonun önüne oturamıyordu. Konsere de gidemiyordu. Birkaç paragraf okuduktan sonra kitabı elinden bırakmak zorunda kalıyordu. Gürültü, özellikle kahkaha atan kadınlar, pub’a gitmesine engel oluyordu.
Öldüğünde 65 yaşındaydı
Gelininin kanser olma ihtimali belirmişti. Testlerin yapılıp kanser olmadığının anlaşılmasına kadar bekledi. Noel’in geçmesini de bekledi ve herkese her yıl aldığından daha çok sayıda hediye aldı. Banka hesaplarını, evin bankaya borcunu, sigorta konularını düzenledi. Bir gün evinin yakınlarındaki bir binanın on beşinci katındaki terasına çıkarak kendini aşağı attı.
Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) üçüncü köprünün İstanbul’un kuzeyine yapılması konusundaki düşüncesi açık: Proje hükümetin kamuoyuna sunduğu şekilde yapılamaz.
DPT Müsteşarı Kemal Mandenoğlu 11 Ocak 2010’da projenin sahibi olan Karayolları Genel Müdürlüğü’ne bir mektup yolladı, kurumunun sakat ve eksik bulduğu noktaların altını çizdi. Ve projenin “biz kez daha değerlendirilmesini rica ederim” dedi.
Ancak, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım (ki Karayolları’nın patronudur) DPT’nin bu uyarısını kulak ardı ederek, ‘’Bu sene içerisinde ihale etmeyi hedefliyoruz” açıklamasını yaptı.
Ne var ki, bence yapamayacak. Çünkü DPT’nin itirazları görmezden gelinemez.
Bu itirazların başında şehrin kuzeyindeki orman ve su havzalarında yapılması öngörülen köprü ve çevre yollarının İstanbul’a yapacağı çevresel etkinin değerlendirilmemesi geliyor.
Çevre uzmanlarına göre köprünün kuzeyden geçmesi o bölgede yapılaşmaya yol açacak, İstanbul’un nüfusu yedi-sekiz milyon artacaktır. Bu da dünyanın yaşanılması en zor şehirlerinden biri olan İstanbul’u cehenneme çevirecektir.
Ama Yıldırım’a göre ÇED raporuna gerek yoktur. DPT ise aynı fikirde değil. Projenin “doğuracağı etkiler...