Ozanköy
Bu sabah saat onu çeyrek geçe uyandım. Saat yedide de uyanmıştım. Birkaç dakika daha uyuyayım derken üç saatten fazla uyudum.
Bazen böyle oluyor. Uyku konusunda vücuda suya götürülen eşek muamelesi yapmalı. Nasıl, susamış eşek, doya doya içmesi için serbest bırakılırsa, bırakmalı, vücut da uykudan ihtiyacı kadar içsin.
Portatif sandalyeyi badem ağacının altındaki lale çokumunun yanına kurdum ve kahvaltımı orada, açmış ve açmaya hazırlanan laleleri seyrederek yaptım. On Kıbrıs lalesinin hepsi açtı. Bir tanesi -ilk açan oydu- hepsinden yüksek. Diğerlerine yukarıdan bakıyor. İki yaprağın arasından yükselen inanılmaz narin bir sapın üstünde, rüzgarda hafif hafif sallanan şarap kırmızısı bir çiçek. Bazen, böyle zamanlarda, diğer canlılardan beni ayıran şey, kaybolacak sanırım. Ben o lale olabilirim, o lale ben. Bu duyguyu kaybetmemek istiyorum ama dev bir gaz kamyonu geçiyor ve eski halime avdet ediyorum. Ben benim, lale laledir ve ikimiz hiçbir zaman tek olmayacağız.
Oysa bir süre o lale olsam, dünyayı bir lale olarak algılasam ne kadar harika olur. Elbisesiz ama çıplak değil. Bir yarım toprakta, bir yarım havada, hücre hücre büyüyerek, güneş ışınlarına ve suya
1860’lara kadar Almanya gevşek bir şekilde birbirine bağlı yüzlerce prenslikten meydana geliyordu.
Başkenti Berlin olan Prusya bu birliğin en güçlü üyesiydi. 1862’de Otto Von Bismarck (1815-1898) şansölye oldu ve “kan ve demir”le prenslikleri birleştirerek Avrupa’nın en güçlü ülkesini yarattı.
Birleşmeyi meydana getirmek için Bismarck üç ülkeyle savaşmak zorunda kaldı. Önce Danimarka’yı yendi ve Almanca konuşulan iki prensliği ondan kopardı. Ardından Alman dünyasında Prusya ile rakip olan Avusturya’nın sırası geldi. Avusturya zaferi Prusya ile Avrupa’daki en büyük rakibi olan Fransa arasındaki tansiyonu yükseltti. Fransa, Prusya’nın yükselişinin Avrupa’daki güç dengesini değiştireceğinden endişe etmeye başladı. Bismarck, Fransa’yı zararsızlaştırmak için birtakım entrikalarla savaşa zemin hazırladı. İki ülke 1870’de karşı karşıya geldi. Almanlar Sedan ve Metz’de Fransız ordularını ezdi. Fransız İmparatoru Napoleon III esir düştü. Alman ordusu Paris’i sardı.
Yenik Fransa Almanya hududunda bulunan Alsace ve Lorraine eyaletlerini Prusya’ya vermek zorunda bırakıldı ve ağır savaş tazminatına mahkum edildi. Alman Birliği ilan edildi ve Alman Kralı William, hakaret gibi,
İran, Suudi Arabistan ve Venezuela’dan sonra dünyanın en büyük petrol rezervlerine, Rusya’dan sonra en büyük gaz rezervlerine sahiptir.
Bu servet onu dünyanın en zengin ülkelerinden biri yapmalıydı. Ama yalnızlık ve sefalet içinde yüzüyor.
Dünya Bankası tahminine göre, İran’da kişi başına düşen milli gelir 2011’de 6 bin 260 dolar idi. (Türkiye’de 10 bin 576 dolar). Bir başka petrol ülkesi olan Katar’da kişi başına düşen gelirin 97 bin 967 dolar olduğunu söylersem İran’ın potansiyelinin ne kadar altında olduğu daha iyi anlaşılır.
İran yoksul ve geri çünkü rehber olarak aklı değil dini, daha doğrusu dini alet ederek ülkeye egemen olan molla sınıfını seçti.
İran, Şah’ın kovulduğu 1979 tarihinden beri İslami bir cumhuriyet olarak yönetiliyor. Seçimle gelen bir meclis ve cumhurbaşkanı varsa da esas güç dini lider ve 86 kişilik mollalar meclisinin elindedir.
Rejim birinci günden itibaren Amerika ve İsrail nefreti üzerine oturtuldu. Mollalar her iki ülkeden de gelen barışma önerilerini hep geri çevirdi. Nedeni basit: Kabul ederlerse varlık nedenleri ortadan kalkacak.
İran nükleer program başlatarak Batı ile arasındaki kavgayı daha çözülmez hale getirdi.
Türkiye’de eğitim sistemleri sık sık değişir ama eğitimin kalitesi hiç değişmez. O hep kötüdür.
Sisteme yapılan değişiklikler eğitimin kalitesini yükseltmez çünkü amaç eğitsel değil ideolojiktir.
Okullardan, ortalama olarak, esnek olmayan kafa yapısında, itaatkar, okumayan, yabancı dil bilmeyen tartışmayan, sorgulamayan, yaratıcı olmayan çocuklar çıkar.
Ve bu çocuklar eğitim kalitesini ölçen uluslararası yarışmalarda hep sonuncu gelir. Ama bu kimsenin pek umurunda olmaz.
Bu yarışlardan belki de en ünlüsü OECD’nin her üç yılda bir 65 ülkede uyguladığı PISA adlı sınavdır. On beş yaşındaki öğrencilerin katıldığı bu sınavın sonuncusu 2009’da yapıldı.
Bu sınavda Türk çocukları bütün konularda OECD ortalamasının altında kaldı. Genel sıralamada Avrupa ülkeleri arasında sonuncu oldu. Genel değerlendirmede 2000 yılından bu yana yapılmakta olan bu yarışlarda hep son sıralardayız.
PISA’nın ortaya çıkardığı sonuçlar bu ülke adına korkunç ve ruh çökerticidir: Türkiye’de on beş yaşındaki öğrencilerin yüzde 25’i okuduğunu anlamıyor. Yüzde 42’si basit matematiksel problemleri çözemiyor.
Ozanköy
Çocukluğumda her yıl lokma günü vardı. O gün anneler lokma yapardı. Birkaç çeşit lokma vardı. Şerbete batırılmış şekerli lokma ve şekersiz lokma ve içine tavşan eti konup yağda kızartılan ve adına lalangı denen lokma. Lalangı avlanmış ova tavşanının etinden pişirildiği için her evde yapılmazdı.
Son gerçek Kıbrıslılardan olan komşum Gonca’ya sorunca lokma gününün üç ayların ilk cuması olduğunu öğrendim. Son ayı ramazan olan üç aya, üç aylar denir. Üç aylar bu sene 22 Mayıs’ta başlayacağına göre lokma günü 25 Mayıs olacak.
Rumların da lokma günü var. Onlarınki 6 Ocak’ta, İsa’nın Ürdün Nehri’nde vaftiz edildiği günün yıldönümünde.
Lokma devrinde adada goncolozlar da vardı. Hala var mı, bilmiyorum. Goncoloz kötü ruhlu bir hortlaktır. Baştan aşağı siyah giyer. Uzun kanatları var. Karanlık bastıktan sonra damlarda bekler. Özellikle koyu kış gecelerinde gelir, bir fırsat kollayıp eve sızar, çocukların ruhuna girer. Bu çocuklar kötü insan olur.
Goncoloz korkusuyla yaşamak...
Anneler çocuklarını “Goncoloz gelecek,” diye korkuturdu.
Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de nüfus süratle kırsaldan şehirlere taşınıyor. Türkiye’nin 75 milyona yaklaşan nüfusunun yüzde kırkı altı büyük şehirde yaşıyor.
Geçtiğimiz 20 yılda İstanbul’un nüfusu kabaca ikiye katlandı. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 2011 sonunda şehir 14 milyon insanı barındırıyordu. Yani, neredeyse, ülkedeki her beş kişinden birini.
Bu yoğunluk İstanbul’da ve genellikle şehirlerde, sağlıklı yaşam ortamı yaratmayı bir politika önceliği haline getiriyor veya getirmesi lazım. Ama getirmiyor. Şehirlerde, özellikle İstanbul’da, rant kraldır.
Hükümetin ısrarla şehrin kuzeyinde, yerleşimin seyrek olduğu bölgelere kondurmak istediği Üçüncü Boğaz Köprüsü şehirde sağlıklı yaşam ortamı yaratmaya yönelik değildir.
Çünkü yaşam kalitesini değil nüfusu artıracak.
Köprü ve ona ulaşmak için yapılacak yeni çevre yollarının amacı İstanbul’un boş alanlarına ikinci bir İstanbul inşa etmektir.
Köprü konut inşaatını patlatacak, nüfusu yirmi milyonlara taşıyacak, zaten tıkanmış olan şehirde yaşanmayı daha da zor hale getirecek.
Ekonominin en büyük sorunu nedir diye soracak olursanız cevap muhtemelen “cari açık” olacak.
Soruyu elli sene önce sorsaydık cevap gene aynı olacaktı.
Ata Yatırım ekonomistlerinden Erol Diler’den aldığım bilgiye göre bu sene cari açığının 60 milyar dolar olması bekleniyor. Bunun 51 milyar doları enerji ithalatlarının faturasından kaynaklanacak.
Enerji ithalatı toplam ithalatın yaklaşık yüzde 24’ünü oluşturuyor, cari açığın ise yüzde 84’ünü. Ata Yatırım’ın hesabına göre dokuz milyar dolarlık enerji hariç cari açığı gayri safi yurt içi hasılaya (GSYH) oranladığımızda %1.2 çıkıyor. Makul bir oran.
Ama enerji ithalat faturasını da eklediğimizde cari açığın GSYH’ye oranı %7.7’ye ulaşıyoruz. Tehlikeli, sürdürülmesi zor, daha büyük tehlikelere açık bir oran. Çünkü daha da yükselebilir.
“Biz enerji faturasını hesaplarken petrol fiyatlarının ortalama 110 dolar seviyesinde gerçeklemesini öngörerek hesapladık fakat petrol fiyatları şu an 125.8 dolar seviyesinde. Böyle devam etmesi durumunda cari açık beklentimizi yukarı yönlü revize edeceğiz” diyor Diler.
Hesap, petrol fiyatlarındaki her 10 dolarlık artışın cari açığı tahminen 4-5 milyar dolar artıracağı.
Adana’da on kişinin ölümü ile sonuçlanan baraj felaketi denetim konusunun sektörde yeniden ele alınmasına neden oldu.
Son baraj furyası başlayıncaya kadar baraj inşaatların denetimi devletin sorumluluğundaydı. Ama bin beş yüz civarında yeni hidroelektrik santral yapımı gündemde gelince Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün elinde “yeterli denetim elemanı” olmadığı ortaya çıktı. Geçen yıl bir yönetmelik çıkarıldı ve “inşaat işlerinin denetlenmesi ve sorumluluğu” özel sektör firmalarına devredildi.
Ama özel sektör denetiminin de mükemmellikten uzak olduğu görüldü. Denetim şirketlerinin baraj yaptıran şirket tarafından ödeniyor olması etkinliklerini azalttı.
Sorunun ana nedeni kısa sürede 1.500 hidroelektrik santral yapımına kalkışmaktır. Ne devlette ne de özel sektörde bu kadar çok sayıda inşaatı kontrol edecek yeterli ve yetkin uzman yoktu.
Özel ekip denetlesin
Adana’daki olaydan sonra ortaya atılan bir öneri büyük projeleri küçüklerinden ayırmak, büyük projeleri devlet eli ile denetlemektir. Bu öneri şu hesaba dayanıyor: