Ozanköy
Adam deniz kenarında duruyor ve ufka bakıyor. Elleri cebinde, paltosunun yakası kalkık.
Denizden başka bir yerden esmesi mümkün olmayan bir rüzgâr var. Kokusundan, keskinliğinden belli. Sanki bilenerek iki mavi arasından geldi. O rüzgârı yüzünde hissediyor.
Doktordan kanser olabileceğini öğrendikten sonra geldi buraya. Deniz kenarı derin şeyler düşünme yeridir. Ölümden daha derin düşünce var mı?
Doktor bazı testler yaptırdı. “Sonucu birkaç gün sonra alırız,” dedi.
Ölümle baş başa kalan insan kalabalıklar içinde bile yalnızdır.
Suyun üstünden bir kuş sürüsü geçiyor. Ne kuşlar onun farkında, ne o kuşların.
Ozanköy
Tohumların dünyasında yaşıyoruz. Rüzgârda tohumlar uçuşuyor. Tohumlar, döne döne üşüye, okyanusları aşan rüzgârlarla, bir kıtadan başka kıtaya göç ediyor, yere düşüyor, ağaç oluyor.
Bahçemdeki siklamenler solarken birkaç çiçeğin tacında tohum topçukları beliriyor. Her birinin içinde küp şeklinde 30-40 küçük, kahverengi tohum var. Karıncalar tohumları kancalarına takıp yuvalarına götürüyor.
Bazen, karıncalar gelmeden önce, bir tohum saksının kenarından yere düşüyor ve bir çatlağın arasına sıkışıyor. İlkbaharda minnacık bir yaprak veriyor ve yumru haline gelmeye başlıyor. Yavaş yavaş, arasına sıkıştığı taşları itip çatlatarak kendine yer yapıyor ve büyümeye başlıyor. Büyüdükçe, olağanüstü bir yavaşlıkla, taşı itmeye ve çatlatmaya devam ediyor. Ta ki olgunlaşıp kendi tohumlarını verinceye dek, yumuşağın sertten güçlü olduğunu kanıtlayarak.
Yanardağ patlaması ile büyük bir bölümü yok olan, gerisi lavlar ve küllerle kaplanan adalar çok zaman geçmeden, rüzgâr ve su ve kuşlarının taşıdığı tohumlarla yeni bir bitki örtüsüne kavuşuyor.
Filizlenme yeteneğini koruyor
Hayatımda, birçok şey öğrenmek için büyük gayret sarf ettim ama İngilizce öğrenmek için sarf ettiğim gayreti hiçbir şey için sarf etmedim.
Ve öğrendiğim hiçbir şey, benim için, İngilizce öğrenmek kadar ödüllendirici olmadı.
Sadece Türkçe bilseydim havuzda kâğıt kayık yüzdürebilecekken İngilizce bana okyanusta yelken açma fırsatı verdi. Açabildim mi, o başka bir mesele.
Çocukluğumda Lefkoşa’da yazlık sinemalar vardı. Her gece ilki İngilizce, ikincisi Türkçe olmak üzere iki film gösterilirdi. Sinema meraklılarının çoğu dil bilmediği ve o zamanlar altyazı olmadığı için İngilizce filme rağbet etmezdi. Sinema Türkçe filmin başlamasına yakın dolmaya başlardı. Daha çok, kadınlı çocuklarla.
Seans saat sekiz civarında başladığı için İngilizce filmin bir bölümü aydınlıkta, hayal meyal hareketler olarak duvara yansırdı. Hava karardıkça duvardaki görüntüler daha net hale gelirdi. Bu oluncaya kadar ne olup bittiğini konuşmalardan anlamaya çalışırdınız.
Bir mucize gerçekleşti
Çocukluğumda, kese kâğıdının içinde eve gelen elmaların hemen hemen hepsi
kurtlu olurdu.
Bu elmaları, kurdu veya kurdun elmayı yiye yiye ilerlerken arkada bıraktığı siyah tüneli yemeden mideye indirmek uzmanlık işiydi.
Kurtlu elma şöyle yenirdi: Önce elmayı iyice inceleyip kaç kurt deliği olduğunu tespit ederdiniz. Çünkü, elmanın nasıl yeneceğini, sahip olduğu kurt delikleri belirlerdi.
Eğer kurt deliği tek ise, kurtlu deliğin yanından dikkatli bir ısırık alırdınız. Her bir ısırıkla kurt deliğinden uzaklaşarak elmayı yemeye devam ederdiniz. Elma dünya gibi yuvarlak olduğu için, Kristof Kolomb’un da tahmin ettiği gibi, yedikçe başladığınız yere, yani kurt deliğine yaklaşırdınız. Son ısırıktan sonra, eğer usta bir elma yiyicisiyseniz, elmanın koçanı ile kurt deliğinden başka bir şey kalmazdı.
Elma kurduyla mücadele
Ozanköy
Hava artık soğuk değil. Uyanınca kalkıp bahçeye bakan iki pencereyi de açıtım. İçeri bahar kokuları girdi. Turunç hâlâ meyve yüklü ama yakında çiçek açacak. Tırmanan gül beyaz güllerini açmaya başladı.
Geri yatağa dönüyorum. Her sabah saatlerce orada konuşuyoruz. Bazen çay yapıp yatağa getiriyorum.
“Rüya gördün mü?” diye soruyorum.
“Kâbus gördüm,” diyor. Başımı çevirip ona bakıyorum. Yüzündeki ifade mutlu değil. Bana bakmıyor.
“Anlat.”
“Kâbus anlatılmaz. Musluğu açıp akan suya anlatırsın. Anneannemin dünyasında öyle idi.”
Efes birası ile ünlü Anadolu Grubu, Sinop’un Gerze ilçesi Yaykıl köyünde ithal kömür ile bir termik santral inşa etmeyi planlıyor. Santralın çevreye yapması olası etki ile ilgili rapor Enerji Bakanlığı’na gönderildi. Alınacak cevap olumlu olursa, ki büyük bir olasılıkla olacaktır, inşaat kısa zamanda başlayacak. Yöre halkı santralın çevreyi kirletip havayı zehirleyeceğinden, denizden balıkları kaçıracağından korkuyor. Yeşil Gerze Çevre Platformu dev mitingler yaptı. Anadolu Grubu’nun bölgede bir bilgilendirme ofisi var. Şirket yetkilileri projenin teknik özelliklerini anlatmaya çalışıyor. Avrupa’da benzer tesislerin sorunsuz çalıştığını örnek gösteriyor. Anadolu Grubu Enerji Sektörü Koordinatörü Tuğban İzzet Aksoy, “Bu çaba devam ediyor, ikna etmeye ve bilgilendirmeye devam edeceğiz” dedi.
Enerji sektöründe önde gelen bin civarında akademisyen ve profesyonelin oluşturduğu bir e-mail grubunda bir inceleme okudum. Çevre etki değerlendirme raporunu okuyan bir uzman tarafından yazıldı. Raporda, tesisin bitki ve hayvan varlığına, hava ve sulara, denize, balıkçılık, tarım ve orman alanları üzerinde olumsuz etkileri olsa bile bunların “ulusal ve uluslararası düzenlemelerin öngördüğü
Devlet neden doğru iş yaptıramıyor? Soruyu soran devlette 33 yıl murakıplık yapan, mesleğinin son yıllarını bu işin en üst seviyesi sayılan Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nda geçiren Hıfzı Deveci.
Aslında soruyu sorması değil cevabını vermesi gerekti. Çünkü birkaç yıl önce emekli olana kadar sayısız kamu yatırımı denetledi. Ama, diye yazıyor emekli olduktan sonra yayımladığı anı kitabında(*), sorunun cevabını İngiliz eski Başbakanı Margaret Thatcher’e danışmanlık yapan bir ekonomi profesöründen öğrenmiş. Ne yazık ki adını vermiyor.
Profesörün savı şu:
Harcanan parayla bu paranın sahipliği arasında bir ilişki var.
Bir, kendi parasını başkası için harcayanlar var. Bunlar kaliteye değil fiyata önem verirler.
İki, başkasının parasını kendisi için harcayanlar var. Bunlar için fiyat değil kalite önemlidir.
Üç, kendi parasını kendisi için harcayanlar var. Bunlar için hem fiyat hem kalite önemlidir.
Birkaç ay önce bir romanda okuduğum şu bilgi aklıma takıldı: Titanic’in birinci mevki yolcularının yüzde altmışı kazadan sağ kurtuldu. İkinci mevki yolcuların yüzde yirmisi sağ kurtuldu. Üçüncü mevki yolcuların hiçbiri.
O zamanlar dünyanın hali öyle idi, diye düşünmüştü romanın kahramanı bu sayıları aklından geçirirken.
Dünya, özellikle sınıf sistemi üzerine kurulu İngiliz dünyası, zenginlerin dünyası idi. Gemi batarken bile en köklü ailelerden gelen, çok parası olan, en iyi servisi alıyordu.
Şimdi değişik mi?
1912’de, İngiltere’nin Southampton limanından New York’a ilk yolculuğunu yaparken batan ve 1517 kişinin ölümüne neden olan Titanic bugün sulara gömülse hangi mevkiden kaç kişi ölürdü? Üçüncü mevkiden kurtulan olur muydu?
Muhtemelen.
Para hayatı uzatan bir şeydir. Sanırım romanın kahramanının aklından geçen bu idi.