Ozanköy
Bahçemde düzinelerce yabani siklamen var. Güneye bakan hududu seviyorlar, en çok. Ağaçların altında, taşların arasında, taş duvarların deliklerinde, Gönyeli mermerlerinin boşluklarında büyüyorlar.
Ve bulundukları yere göre şekil alıyorlar. En çok ilgimi çeken bu.
Normal bir siklamenin yaprağı başparmağınızla işaret parmağınızı birleştirdiğinizde meydana gelen yuvarlak kadardır, aşağı yukarı. Yaprağın sapı bir-iki santim yüksekliğindedir. Siklamen çiçeğinin sapı ise topraktan altı yedi santim yükselir, mahalleye yukarıdan bakan minare gibi.
Ama doğada “normal” siklamen yoktur.
Siklamene şeklini güneş verir. Bulunduğu yerden güneşe kolay ulaşabiliyorsa, yani açıkta ise, çok yaprak açar ve yapraklar küçük, sapları kısa olur.
Eğer çok kuytu bir yerdeyse siklamen, küçük bir tabak kadar büyük, bir, iki veya üç yaprak açar.
Bulutlu bir sabah. Soluk bir güneş. Canım sıkılıyor. Aklımda bir konu yok. Canım yazı yazmak istemiyor. Onu yazma, bunu yazma, bu işin iyice tadı kaçtı. Gazeteci artık “neşteri olmayan cerrah,” diyen okuyucu haklı.
Özgürlük dedin mi, bir karanlık dönem bitiyor bir başka karanlık dönem başlıyor. Siyah güneşler ülkesi.
Seçim yapma özgürlüğün var ama seçeneğin yok. Karar ver: Tatlı suda mı, tuzlu suda mı boğulmak istiyorsun.
Her şey beyhude. Dün iktidarda olanların yaptığını bugün iktidarda olanlar bozuyor, yarın iktidara gelecek olanlar da bugün iktidarda olanlarınkini bozacak.
Kumsalda oynamak gibi. Arkanı dönüp baktın mı görebileceğin tek şey dalgaların gelip yaptıklarını silip süpürdüğü, başkaları gelip oynasın diye mükemmel, sanki üzerinde hiç oynanmamış bir düzlük bıraktığı.
Dalgaların sesi hiç değişmez çünkü hep aynı şeyi tekrarlar: “Gel, kumlara kaleler kur, söz veriyorum, seninkiler ebediyen ayakta duracak, çünkü sen diğerlerinden çoook başkasın.”
Dünyaya az zarar versinler diye Tanrı insanlara kısa ömür verdi. O Ki Adı Söylenmez’lerin Eski Ahit peygamberleri gibi yüzlerce yıl yaşadıklarını düşünebiliyor musun?
İstanbul’daki bazı savcıların MİT’çileri sorgulamaya çağırması ile başlayan esrarengiz krizin arkasındaki gerçekleri hâlâ bilmiyoruz ve belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
Ama krizin öğrettiği bazı şeyler var:
- Başbakanı Türkiye’nin tek adamı, kimsenin kafa tutmaya cesaret edemeyeceği kadar güçlü sanıyorduk. Öğrendik ki kendilerini ondan da güçlü sananlar, gücünü sınamaya çekinmeyenler var.
- Başbakan’ın yargıyı tamamen kontrol altına aldığını sanıyorduk. Bunun da doğru olmadığını öğrendik.
- Başbakan’ın arkasında yekpare bir güç sandığımız AKP’nin bir zamanların ANAP’ı gibi çatlayabilir bir güçler koalisyonu olduğunu öğrendik. AKP iktidarda olduğu müddetçe bu koalisyonun çatırdayabileceğini hiçbir zaman dağılmayacağını öğrendik.
- Harry Potter’deki Lord Voldemort gibi adı bile çekinilerek anılan kişinin cemaatinin kendini AKP’den güçlü sanabileceğini öğrendik.
- Türkiye’deki gazeteciliğin iflasının ne kadar tam olduğunu öğrendik. Medya bu krizi ne öngördü, ne de açıklayabildi. Gerek AKP, gerekse “cemaat” liderliğinin basın için kapalı bir kutu olduğunu öğrendik. Soğuk savaş sırasında Kremlin’deki liderlik ne kadar kapalı ise Türkiye’yi bugün yönetenler de
Merhaba, ben Kara Yılan. Bilimsel adım "Dolichophis jugularis." Türkiye’nin en kocaman yılanlarından biriyim. Siyah renkliyim ve üç metreye kadar uzayabilirim. Ülkenin güneyinde ve güneybatısında, bağ ve bahçelik yerlerde yaşar, kemirgen, kertenkele ve küçük yılanlarla beslenirim. Nüfus kontrol memuru gibiyim, ekolojik dengeyi korumaktır işim. Bakmayın boyuma, zehirsizim. İnsanlardan kaçarım. Çiftçi dostuyum. Lütfen beni öldürmeyin. Oluklu kertenkeleyi, Su yılanlarını, Toros kurbağasını, Engerekleri, Lekeli semenderi, Dikenli keleri, Türk kelerini de öldürmeyin.
Ülkemizin en az tanınan ve sevilen yaratıkları adına bu çağrıyı yapan Türkiye Kurbağa ve Sürüngenleri Gözlemciliği ve Fotoğrafçılığı Topluluğu’dur. www.turkherptil.org
Topluluk, sürüngenlere karşı olan önyargıyı değiştirmek, görüldüğü yerde kafası ezilen bu yaratıkları sevdirmek için bir dizi afiş hazırladı. Kara yılanın yakarışını bu afişlerin birinden aldım. Bahçemde karayılanlar yaşar. Büyülü siyah parlaklığına, narinliğine, sessiz kıvrılışlarla kaçışlarına hayran olduğum bu yaratığa karşı özel bir sevgim var. Yeryüzünde hiçbir yaratığın namı yılanlar kadar kötü değildir. Yılan görünce ürpermeyen insan yok
İstanbul’da neyin en çok müşterisi var, diye soracak olursanız sanırım cevap ‘Boğaz köprülerinin’dir.
Köprülerin çok müşterisi var ve müşteriler her yıl artıyor. Kara Yolları Genel Müdürlüğü’nün rakamlarına göre, geçtiğimiz yıl İstanbul’un iki Boğaz köprüsünden 152 milyon araç geçti. On yıl önce bu rakam 120 milyon idi.
Köprüler hem para basıyor, hem talebi karşılamıyor.
Bu koşullar altında üçüncü bir köprü yapmaya kalkışıp da finansman bulamamak için dâhi olmak lazım.
Bu dehayı Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım gösterdi.
Yıldırım üçüncü köprüyü trafiğin sıkışık olduğu merkez bölgesine değil şehrin kuzeyine, Karadeniz yakınlarında, bir yere yaptırmak istiyor. Yer seçimini tayin eden trafiği rahatlatmak değil İstanbul’un boş alanlarını iskâna açmak, şehrin tarihinde görülmemiş bir inşaat rantı yaratmaktır.
Şimdilik, köprü için seçilen yerde trafik yok denecek kadar az ve öngörülebilir bir gelecekte de artmayacak.
Önemli projelere girişmeden önce fizibilite çalışması yapmak AKP hükümeti döneminde tarihe karıştı.
Rasyonellikten, bilimsellikten hatta aklıselimden uzak bu yöntemin ürünlerinden biri Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın son günlerde diline doladığı yerli uçak yapım projesidir.
Yıldırım bir televizyon konuşmasında işin mantığını (eğer buna şöyle mantık demek mümkünse) şöyle özetledi:
“Ülkemizin harcıalem, herkesin yaptığı işlerle atak yapması, bir adım öne geçmesi artık zorlaştı. Ne yapacaksınız? Başkasını yapmadığı işi yapacaksınız. Katma değeri yüksek işler yapacaksınız. Uçak bunlardan bir tanesi. Uçakta sorun yok.”
Türkiye 1938-46 arasında uçak yapmaya başlamış ama “birtakım karanlık olaylar” nedeniyle uçakları yapan kişi iflas ettirilmişti. “Devam edebilseydik, Airbus, Boeing halt etmişti.”
Amaç başkalarını zengin etmekse..
Önemli altyapı projelerine girişmeden önce fizibilite çalışması yapmak AKP hükümeti döneminde tarihe karıştı.
Başbakan’ın “Evet, iyi fikir, yapalım,” demesi milyarların harcanacağı projelerin yürürlüğe konması için yetiyor.
Rasyonellikten, bilimsellikten hatta aklıselimden uzak bu yöntemin son ürünü geçenlerde Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar tarafından açıklanan İstanbul Finans Merkezi’dir. Proje İstanbul’u “dünyanın önemli finans merkezleri arasına sokmayı” amaçlıyor.
Bayraktar’ın daha görkemli anlatımı ile “Yüzyıllarca doğu batı arasında köprü olan İstanbul, yeniden dünyanın finans gözbebeği olacak.”
Ben olmayacak, diyorum.
Milyarlar harcanacak, devasa binalar yapılacak ama İstanbul ulusal, hatta bölgesel bir finans merkezi olmayacak.
Herhangi bir kentin finans merkezi olabilmesi için birtakım koşulların var olması gerekir. Bunlar İstanbul’da yoktur ve öngörülebilir bir gelecekte de olmayacak.
Ozanköy
Burada günlerdir gökyüzü kapalı ve aralıklarla yağmur yağıyor. Bahçede, her şey, iyi doyurulan bebekler gibi semirdi ve mutlu. Gülücükler saçıyor.
Bademler çiçek açmaya başladı. Serçeler, baştankaralar yağmura aldırmadan dutun çevresinde uçuşup duruyor.
Tesadüfen çıktıkları yerlerdeki koşulları en iyi kullanarak yaşama ustası olan siklamenler hayat dersleri veriyor.
Beş gün süren bir elektrik grevi oldu. Otuz saat sürelerle elektriksiz kaldım. Şömine hiç durmadan yandı. Mum ışığında kitap okudum. Geceleri saat dokuzda yattım.
Dün gece beş günden bu yana televizyonu ilk defa açınca sanki zaman hiç geçmemişti. Ruh çökertici, yeteneksizlik ürünü reklamlar. Kendi sesine âşık, düşüncelerini özetlemeye aciz siyasi meddahlar. Dünyanın sonunu haber veriyor ve bundan zevk alıyor havasında haber spikerleri, toplu mezarlardan, Ergenekon davasından, Hrant Dink’ten, Fenerbahçe şike olayından bahsediyor. Bitmeyen siyasi kavgalar, kızgınlık ve düzeysizlik.
Depresyon Bakanlığı olsa ve haber kanallarını yönetse daha çökertici haberler uyduramazdı.