Bu hafta vizyona giren “Suspiria”nın Thom Yorke imzalı soundtrack albümü en az film kadar ilgi çekici ve ürpertici.
Suspiria” filmini geçen hafta izlediğimden bu yana elim ayağım tutmuyor. Filmin etkisinden kurtulamadım. Kurtulsam bir türlü kurtulmasam başka türlü. Çünkü filmin insanı kendine çeken, estetiği ve diliyle baştan çıkaran bir hali var. “Keyif alarak korkmak” hissini anlatan bir ifade var mı dilimizde ben bilmiyorum. Eleştirileri sinema yazarlarına bırakayım soundtrack’ten bahsedeyim. Thom Yorke imzalı soundtrack bir klasik müzik eseri inceliğinde hazırlanmış. Yorke’un solo işlerindeki bazı anları hatırlatsa da gerçekten filme özel yapıldığı belli. Yani, zaten elimde müzikler vardı filme yamadım, şeklinde değil. Ama şu da bir gerçek, Thom Yorke’un herkesin anlayamayacağı karanlık, içi şeytanlarla dolu (İngilizcede “demon” dedikleri şeyden bahsediyorum) bir dünyası var. Bu dünyanın kapılarını sonuna kadar aralama fırsatı onun için de heyecan verici olsa gerek.
Film orijinaline göre çok daha farklı bir sanatsal çizgide ele alınmış. Yönetmen Luca Guadagnino’nun (“Call Me By Your Name”in estetik havasını hatırlayın) korku ve dehşete yaklaşımı, bol kanlı bu fimi nasıl ele
Geçenlerde bir yerde karşıma çıktı. “En çok bunlar dinleniyor, bunlar okunuyor” diye bir haber. İsimlere girmeden şu yazıyı yazma ihtiyacı duyuyorum.
En çok satanlar analizleri zaman zaman bütün dünyada müzik basınının konularındandır. Şu satıyor, demek ki toplumda böyle bir beklenti var. Şu tür dinlenmeye başlanmış, demek ki dinleyicide şu yönde bir şeyler değişiyor. Filanca sanatçı dinleniyor, acaba halk onda ne buldu? Bunun gibi analizler...
Çok satanları yorumlamak sadece müziğin alanı değil. Toplumsal değişimleri, dönüşümleri merak eden, bir memleketi tanımak ve anlamak isteyenler çok satanları incelemelidir. En azından ben böyle düşünürüm.
Biz bunu Türkiye’de çok isabetli bir biçimde yapamıyoruz. Çünkü veri yok. Bir şeyler görünür olmaya başladığında farkına varırsınız ama ölçemezsiniz. “Türkçe rap yükselişte” denir mesela ama kim, kaç kişi dinliyor, asla bilemezsiniz.
Eskiden beri “En çok pop dinlenir” cümlesi vardır ama gerçekten böyle midir? Ya da halk müziği midir gerçekten en fazla dinlediğimiz tür, yoksa arabesk mi? Belki de Türk sanat müziği. Hep duyarız, “Halk şu sanatçıyı dinliyor ama basının, medyanın haberi yok.” Bir kopukluk iletişimsizlik olduğu kesin. Türkiye’de
Londra’da resmi kanallardan eğlence hayatını canlandırmaya yönelik bir çaba olduğunu bilmiyordum. İnsanlar dışarı çıksın diye geceleri toplu ulaşım dahi konuyor.
İKSV Salon eski direktörü ve bu mekanı kurulduğu günden bugüne taşıyan isimlerden Bengi Ünsal, bugün Londra’daki önemli müzik ve sanat merkezlerinden Southbank Center’da çalışıyor. Geçenlerde RedBull.com için Melis Danişmend’e verdiği röportajda Londra Belediyesi’nin şehrin eğlence hayatını yeteri kadar canlı bulmadığı için bu konuda bir destek programı başlattığını anlatmış: “Burada en büyük farklardan biri, belediyenin ve devletin müzik, eğlence ve bütün yaratıcı sektörleri çok büyük bir kazanç olarak görmesi ve üzerine kafa patlatıp destek olması. Fakat bana sorarsan, Londra’nın gece hayatı Londra’nın hak ettiği düzeyde değil, çok daha iyi olmalı. Nitekim iki sene önce gece hayatını canlandırmak üzere bir adım atılmış ve belediye başkanı Sadiq Khan, radyocu/ televizyoncu/ yazar Amy Lamé’yi ‘night czar’ olarak görevlendirilmiş. Meali, gece hayatını renklendirme, canlandırma görevi kendisinde. Bu kapsamda normalde gece çalışmayan bazı metro hatları bile kullanıma açılıyormuş mesela. İnsanların daha çok çıkabilmesini
Sonbahar henüz soğuk yapmasa da güzel “pop” yaptı. Kayıtsız kalmak mümkün değil. Christine and the Queens, Neneh Cherry, MO derken şimdi de Robyn’in “Honey”si karşımızda.
İsveç’in son 15 yılda yetiştirdiği sayısız müzisyen arasında Robyn’in seçkin bir yeri var. Dans ve electronica odaklı müziği hiçbir zaman sıradan olmadı, o da 1995’ten bu yana devam eden kariyerinde hiçbir zaman sadece dans müziği şarkıcısı olmadı. Besteleri ve vokaliyle dikkat çekti. Yaptığı işe tarz ve sanat kattı. Tek yönlü değil çok yönlü olmaya özen gösterdi. 2000’lerin ortalarında Londra bağlantıları güçlenince pek çok büyük isimle çalışarak adını duyurdu. Robyn cidden çalışkan biri. Ve iş seçmeyen biri. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? İsveç’te kaç tane müzik ve beste ödülüm var benim” demeden kah Britney Spears’in arkasında vokal yapıyor, kah Basement Jaxx’in bir şarkısında ortaya çıkıyor. Kah Coldplay konserinde ön grup oluyor, kah Röyksopp’la albüm yapıp turneye çıkıyor ya da bir anda Nobel ödül töreninde şık tuvaletiyle şarkı söylerken görüyoruz onu. Kariyeri bir pop sanatçısının alışılagelmiş hamlelerini içermiyor. Daha doğru deyimle klasik bir “entertainer” değil. İki albüm arasına sekiz yıl
En çok özlediğim şey, sabah erken vapura binip, margarin kokuları arasında kâğıt gibi basılmış az kaşarlı tost ve demsiz çayımı içmek. İşe gidenlerin, sabah mahmurluğunu henüz atamamış kocaman bir yaratık gibi derin derin nefes alan şehrin iki yakasına uykulu gözlerle bakışını gözlemek. Buharlanmış camı elin kenarıyla silerek Sarayburnu’nu ya da Kız Kulesi’ni görmeye çalışmak.
Kadıköy’den binilen sabah vapurunda şöyle bir his var: Dünya savaşı çıksa, en büyük ekonomik kriz üstümüzden silindir gibi geçse, bir gök cismi hızla gezegenimize yaklaşsa, buzlar erise her tarafı sular bassa bile şu vapur saatinde hareket edecek, şu martılar vapurun etrafında dolanmaya devam edecek, şu ağır margarinli tost tüm ikazlara rağmen incecik basılacak, kalitesiz de olsa çayımız olacak ve ne dersek diyelim şu vapurun motoru ıhlaya, tıslaya, homurdana homurdana çalışacak. Dolayısıyla, canımızı sıkmaya, enseyi karartmaya gerek yok. Hayat devam ediyor.
Pek hoşlanmadığımız Türk tipi lokantacılık alışkanlıkları. Mesela daha hiçbir şey söylemeden masaya gelen mezeler, ekmek, salata ve tak diye doldurulan kadehler. Tamam Vedat Milor olsa itiraz eder ama biz gurme değiliz ki. Bize ne. Sakın biz bunu sipariş
MO’nun yeni albümü “Forever Neverland” günümüzde popun neden sadece pop olamayacağının kanıtı gibi.
2015 tarihli “Lean On”u hatırlarsınız. Son yılların en büyük liste başarılarından birine sahipti. Ticari başarısı bir yana, ileride 2010’lar hatırlanırken bu şarkının listenin en üst sıralarında olacağı kesin gibi. Amerikalı Major Lazer, Fransız DJ Snake ve Danimarkalı MO. Bu ekibin ortak işiydi. Buradaki renkli, çok uluslu işbirliği tarzların, kişiliklerin ve müzikal bakışların bir araya gelmesinden ortaya çıkıyordu. Bu isimlerin hepsi kendi dallarında alternatif isimler. Ancak ortaya çıkan iş büyük bir hit (Youtube’da 2.4 milyar izlenmeye ulaşmıştı). Bu hit’in en büyük kahramanı da şarkıyla adını dünyaya duyuran MO’ydu. Yeni albümüne göz atmadan geçmeyelim.
Dev bir ekip çalışması
Karen Marie Orsted (MO) çocukluğunda Spice Girls’den ve punk’tan eşit oranda etkilendiğini anlatıyor bir röportajında. Popun kulağı hemen yakalayan melodiler, punk ve rock’ın asi yanı ve sound’u onun bugünkü müzik anlayışını oluşturuyor. Elbette birlikte çalıştığı ona destek veren isimlerin bu sound’u üretmesinde katkısı büyük. 2014 tarihli ilk albümü “No Mythologies To Follow”da Ronni Vindahl ve Diplo ile
Neneh Cherry’nin yeni albümü “Broken Politics” kişisel hikayeler üzerinden çağın ruhunu anlatmaya girişiyor.
Kişisel meseleler, hikayeler üzerinden dönemin siyasi/toplumsal yapısını anlatmak. Neneh Cherry’nin öncekinden dört yıl sonra karşımıza gelen yeni albümü “Broken Politics”e böyle bakmak lazım. Bu şarkılarda yer alan yeni bir gerçeklik algısı var. Zafer, yenilgi, adalet, iyi, kötü, güzel, çirkin... Bunlar zaman içinde hep yeniden tanımlanan kavramlar. Bugün neye zafer diyoruz? Neye başarı? Neye kötü? Ya da yeni normal nedir? Şarkıların satır aralarında bu meseleleri bulmak mümkün. Neneh Cherry’nin politik yanı buralarda kendini gösteriyor. Ve Cherry, hikayelerini etkili anlatmak için müzikal bir atmosfer yaratıyor. Bu atmosferin oluşumunda bazı usta isimlerin devrede olduğunu görüyoruz.
Bir defa albümün prodüktörü, bir öncekinde de olduğu gibi Brit müzik insanı/ prodüktör Four Tet (Kieran Hebden). “Natural Skin Deep”te eşlik eden Tricky’yi, “Kong”u birlikte yaptıkları Massive Attack’ı da tabloya soktuğunuzda olay bir anda 90’ların en hip müzikal figürlerinin bir araya geldiği bir müzikal anlayışa gelip dayanıyor. Doğru. Bütün bu ortamın oluşmasına en etkin isim elbette Four
Naziler Varşova’yı 1939 yılında işgal etti. 1945’e kadar şehir tarihteki en büyük yıkımlardan birine maruz kaldı. Dümdüz edildi. Hava saldırılarında 150 bin sivil hayatını kaybetti. O kadar çok çatışma, bombalama oldu ki neredeyse tek bir bina hasarsız kalmadı. Şehrin büyük bölümü yıkıldı. Bazı mahalleler dümdüz oldu. Savaş sonrası çekilen fotoğraflara bakınca tek gördüğümüz üst üste yığılmış taşlar. Bugünkü şehir ise 1945’ten sonra yeniden inşa edildi. Kimi mahalleler modern yapılarla yeniden donandı. Kimi mahalleler komünist dönemde Sovyet mimarların projeleriyle yeni bir görünüme kavuştu. Kimileri ise baştan tıpatıp inşa edildi.
Yeniden inşa edilen mahallelerin en meşhuru elbette bugün Old Town (Eski Şehir) olarak bilinen, tarihi pazar meydanı ve çevresindeki yapılar. Ortaçağ’a dayanan tarihi, özellikle 17 ve 18. yüzyıllarda hayli etkin olmasıyla bilinen bu ticaret merkezi Nazi işgali döneminde harabeye dönmüştü. Ama öyle böyle değil, tanınmaz bir haldeymiş bu bölge. Bugün bu yeniden inşayı anlatan pek çok kaynak var. İnternette en kolay erişebileceğiniz İngilizce kaynaklardan biri culture.pl adresi altındaki makaleler. Buralarda fotoğraflarla karşılaştırmalı olarak anlatılıyor