Bir bilgi yarışması, bir çocuk programı, bir maç ya da spor müsabakası yayını, bir film ya da yemek programı da “eğlence”dir. İçinde göbek atılan program da var ama “eğlence sektörü” sadece bunu ifade etmiyor.
140 Journos bir video içerik koymuş Youtube kanalına. “Değişen eğlence endüstrisi bölüm 1: Parçalanma” başlıklı bu videoda, ülkenin özellikle Gezi sonrası eğlence sektörü ve bu alanlardaki değişimler sektörün içinden kişiler tarafından anlatılmaya çalışılıyor. Bir kısmıyla yıllardır tanıştığımız konuştuğumuz bu isimler kendi yaşadıklarından ve profesyonel deneyimlerinden yola çıkarak olan biteni anlamlandırmaya çalışıyor. Kimi organizatör bu isimlerin, kimi sanatçı, kimi medya mensubu, yazar, sosyolog. Bir noktada terör ve şiddet eylemlerinin eğlence dünyasını kötü etkilediği anlatılıyor. Ve burada izleyicilerde film kopuyor. 140 Journos Youtube kanalında yayınlanan bu videonun altına yazılan yorumlarda, sanki bu videoda tek mesele bombalar patlarken vur patlasın çal oynasın eğlenmekmiş gibi bir nefret yağıyor. “Çok dar bir kitle eğlencesinden vazgeçmeme bencilliği ve şımarıklığı içindedir”. Böyle bir algı var nefretin temelinde. Basit ifadesiyle “Ne eğlencesi biz ekmek
Yaz albümlerinin hafifliği, ferahlığı ayrı. Ama kış albümlerinin de kendi has atmosferi, “aura”sı var.
Kış hit’i diye bir şey duydunuz mu hiç? Ben duymadım. Hep yaz hit’i var. İnsanlar kışın müzik dinlemiyor mu? Yoksa pek bir şey beğenmediklerinden hiçbir şey hit olmuyor mu? Yoksa yazın tatil hayalleriyle gelen coşkusunun kara kışta bulunmadığı mı farz ediliyor. Yaz albümü, yaz hit’i, yaz şarkısı oluyorsa, kış müziği, kış albümü neden olmasın? Üstelik kışın daha fazla müzik dinlendiğine bahse girerim. Yaz paylaşım, parti, tatilse, kış da bireysellik, melankoli, içe dönüş (kulaklık) demek. Yazın partisi beach’i varsa kışın da aslanlar gibi depresyonu ve melankolisi var. Allah muhafaza popüler edebiyat dergisi sonbaharcılığına girmeden hemen konuya geliyorum.
Yakında adını duyacaksınız
Elimde bazı kışlık, sonbaharlık albümler var. Yeni çıkanlar. Geçen hafta severek dinlediklerim. Paylaşmak isterim. Mesela yakında herkesin adını duyacağı genç bir yetenekten bahsedeyim. Ella Mai. Londra çıkışlı genç R&B vokalinin kendi adıyla yayınladığı ilk uzunçaları bu. Prodüktör, Amerikan tipi popun alternatif fikirli kanadını temsilen DJ Mustard. Çok iyi iş çıkarılmış. Beat’ler ve keyboard
İlk kez saydım. Kindle’dakileri saymazsak, bende okunmayı bekleyen 29 kitap var. Kimi yakın zamanda kimi birkaç yıl önce alınmış. Onları ne zaman, nerede, ne düşünerek aldığımı çok iyi hatırlıyorum. Kimisini sırf gezmek için girdiğim bir kitapçıdan alışveriş olsun diye alıp çıktım. Kimisini kapağını beğendiğim için. Kimisini çıktığı gün koşarak satın aldım. Kimisi kütüphanede bulunsun diye alındı, kimisi tavsiye üzerine. Ortak noktaları, hâlâ okunmamış olmaları. O araftaki yerde bekleyip duruyorlar. Ha okundu ha okunacak, bir gün sıra onlara gelecek diye. Belki gündem değişecek, belki ben değişeceğim, belki başıma bir şey gelecek, belki ıssız bir adaya düşeceğim ve bu kitaplar bir gün okunacak kadar ilginç olacaklar.
İçinde klasikler var. Yeni çıkmış anı kitapları var. Popüler tarih ve toplumsal olaylar üzerine olanlar var. İncelemeler var. Denemeler var. Yurt dışından aldıklarım var. İşin ilginci, kısacık, hemen okunur diye aldıklarım var, hâlâ okunmamışlar. Buna karşılık tuğla gibi kitaplar bitmiş. Bazı kitapları neden satın alıp da okuyamıyoruz konusu sadece zamansızlık ya da tembellikle açıklanacak kadar basit değil. Psikanaliz lazım bence.
Bundan üç yıl kadar önce okunmamış
Slash’in yeni albümü “Living the Dream” eski usül rock’ın bütün güzelliklerini almış, işlemiş, 12 şarkıya serpiştirmiş. Bu güzelliklere Slash’in klasikleşmiş gitar sound’u da dahil elbette
Slash’in aslında işi çok kolay. Yeni albümler yapmasına gerek yok. Guns N’ Roses gibi bir devasa geçmiş ve repertuar var arkasında. Rock tarihine geçmiş soloları var, şarkıları hâlâ dünya çağında rock radyolarında “heavy rotation”da. Yaşarken klasik olmuşsunuz. Hayatınızın kalan kısmını yelkenlinizle çıktığınız uzunca bir dünya seyahatinde, uçsuz bucaksız arazinizde organik tarım yaparak, kendinizi spor ve sağlıklı yaşama vererek geçirebilirsiniz. Ya da müzik yapmaya devam edersiniz. Slash müzik yapmaya devam ediyor. Bir yandan Guns N Roses’la yeniden bir araya gelme çalışmaları devam ederken diğer yandan da kendi müziğini yapıyor. Guns ‘N Roses’la nostaljik turnelere çıkma konusunda bir derdi kompleksi yok. Aksine bu turnelerin aralarında kaydettiği yeni müzikleri albüm olarak yayınlıyor.
Benim zamanında büyük bir yanılgıyla “Kimin umurunda artık” dediğim Guns N’ Roses’ın “Not In This Lifetime” turnesi 2016’da başladı ve Aralık 2018’de sona erecek. Slash’li Duff McKeegan’lı kadronun yer aldığı
Başak Günak, “Ah! Kosmos” adıyla elektronik müzik sahnemizin en ilginç, en kendine has müziklerine imza atıyor. İkinci albümü “Beautiful Swamp”ı ben değil kendisi anlatsın.
Çalışmalarını Berlin-İstanbul hattında sürdüren Başak Günak’ın müziğinde karanlık ama insanı çeken bir şeyler var. Analog ve elektronik unsurları kullanarak kendine has bir ses ve ritim dünyası oluşturuyor. Albümlerini hazırlamadan önce kendi deyişiyle önce bir ses paleti oluşturuyor. Bir dünya yaratıyor. Bu dünyada dans edebilirsiniz, sallanabilirsiniz, saatlerce koşabilirsiniz, ya da oturup hiçbir şey yapmadan gökyüzüne bakabilirsiniz. Kesin olan şu; kayıtsız kalmak çok zor. İlk albümü “Bastards” 2015’te yayınlanmıştı. Yeni albümü “Beautiful Swamp” geçen hafta piyasaya sürüldü. 25 Ekim’de Salon’da yapacağı lansman konseri albümde de yer alan, aralarında tanıdığınız isimlerin de bulunduğu sanatçıların katılımıyla gerçekleşecek. Gerisini Başak anlatsın.
- Nasıl bir fikirle yola çıktın? Sonunda nereye vardın? “Beautiful Swamp” neyi ifade ediyor senin için?
İlk çıkış noktam bataklık imgesi oldu. Albümlerimi bir imgeyle ya da bana zemin olacak bir hisle yola çıkınca tamamlayabiliyorum. Albüme ‘Swamp’ (Bataklık)
Coca Cola’nın cannabis özlü içecek piyasasıyla ilgilendiğine dair haberler ekonomi basında yer almaya başladığından bu yana bu bitkiyi, yani cannabis’i üreten firmaların değerlendiği konuşuluyor. Haberleri biraz takip eden herkesin dikkatini çekmiştir. Özetlemeye çalışayım. Ama önce bir bilgi vermem lazım. Söz konusu içeceklerde bitkinin insanı etkileyen psikoaktif kısmı değil, tedavi edici diğer aktif maddesinin kullanılacağı belirtiliyor. Yani bu içeceklerin psikoaktif bir etkisi olmayacak. Bu tedavi edici, iyileştirici bir tür sağlık içeceği olacakmış. Bu şekilde bir kategori ve pazar oluşacağı söyleniyor. Çok uzak bir gelecekten de söz etmiyoruz.
Coca Cola’nın Kanadalı Aurora Cannabis adlı firmayla görüşmelere başladığı biliniyor. İki taraftan da net açıklama gelmedi ama sözcüler bu haberi destekleyen açıklamalar yaptı. Coca Cola sözcüsü Kent Lander, Bloomberg’e iyileştirici içecekler pazarının çok hızlı gelişeceği açıklamasını yapmış. Aurora Cannabis’in sözcüsü de firmasının içecek sektörüne girmekle ilgilendiğini söylemiş. Bu elbette tek örnek değil. Rakipleri de var.
Bu bitkiyle ilgilenen bir diğer firma da bira üreticisi Corona. Bu firma 3.8 milyar dolar harcayarak cannabis
Bizde pek olacak iş değil ama Batı’da böyle bir kategori varmış. Bilet alan ama konsere gelmeyenler kategorisi. Üstelik büyüyormuş bu kategori.
Müzik sektörüyle ilgili analizler içeren bir raporu okurken karşıma çıktı. Bilet alan ama konsere gelmeyen bir kitle varmış ve giderek büyüyormuş. Bunun nedenleri araştırılıyor. Bizde genellikle en büyük sorun biletliler değil davetiyelilerdir. Çünkü bilete para ödemiş biri konseri ciddiye alır ve muhakkak zamanında gelir. Hatırlarsanız bir dönem “Konserlerde herkes çok konuşuyor kimse konseri dinlemiyor” tartışması vardı (ne kadar da lüks tartışmalarmış). Bu tartışmada “Davetiyeliler konuşuyor çünkü onlar ne sanatçıyı doğru dürüst tanıyor ne de bilete para ödemedikleri için saygıları var” deniyordu. Elbette bu doğru değildi çünkü biletli davetli herkes ilk iki şarkıdan sonra ya sigaraya çıkıyor ya da muhabbeti koyulaştırıyordu. Biz böyle bir dinleyici türüyüz. Ama şu doğru, hesaplarınıza göre dolması gereken bir yerin yarısı boş kalınca tatlar kaçar. Türkiye’deki konserlerde davetiyelilerin oranı hayli yüksektir. Ve konsere gelmeyenler genellikle davetiyelilerdir. Sorun biraz da buradan kaynaklanır.
Halbuki Batı’da böyle bir şey de yok.
Dostoyevski “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” demiş. O zaman Nile Rodgers’a disco’nun Gogol’u dememiz lazım. Bugünkü pek çok dans beat’inin de temelinde onun gitarı var. Yeni albümü 26 yıl sonra geldi.
Daft Punk’ın 2013 tarihli “Random Access Memories”i, herhalde dans albümleri tarihinin en büyük ticari başarılarından birine imza atmıştı. Albüm baştan aşağı ‘70’lerin disco müziği ve bu müziğin kahramanlarına bir saygı duruşu niteliğindeydi. Bir nesil Alman disco efsanesi Giorgio Moroder ile tanıştı. Onun, disconun ilk yıllarına dair anılarını anlattığı dokuz dakikalık “Giorgio by Moroder”nı nasıl unutabiliriz? Moroder bu albümden sonra yeniden prodüktörlük yapmaya başladı. “Deja Vu” adlı bir albüm çıkardı. Sia, Kylie Minogue, Britney Spears, Charlie XCX, Kelis gibi isimlerle çalıştı. Ancak çok büyük bir ses getirmedi. Hadise “ustaya saygı” boyutlarında kaldı.
Halbuki “Random Access Memories”in asıl starı, gitarıyla “Lose Yourself to Dance”, “Get Lucky” gibi büyük hit’lere hayat veren Nile Rodgers’tı. Yeni nesiller Nile Rodgers adını bu şarkılarla duydu (yani müziğe meraklı olanlarımız). Oysa Rodgers’ın tarihi ‘70’lere uzanıyor. Prodüktörlüğünü yaptığı ve gitarıyla dokunduğu