Varşova şehrinin tam merkezinde bulunan Kültür ve Bilim Merkezi, şehrin ikonik yapılarından biri. Stalin tarafından yaptırılan bina 1955’te hizmete açıldığında rejimin görkemini temsil etmenin yanında fiilen de zaten rejimin bütün aygıtlarının kumanda odasıydı. Ülke tek binadan yönetiliyordu. Göğe yükselen dev bir gotik rokete benzeyen 237 metre yüksekliğinde dimdik bir yapı bu. Sanki işler sarpa sardığında motorlarını çalıştırarak ortalığı sarsa sarsa büyük bir gürültüyle gökyüzüne doğru yükselecek ve gözden kaybolacak.
Böyle olmadı. Rejim yıkılınca bu binayı ne atabildiler, ne satabildiler, ne de yıkabildiler. Kültür ve bilim merkezi yaptılar. Şimdi içinde tiyatrolar, müzeler, sinemalar var. Bana yeniden sinemaya gitme keyfini kazandıran Kinoteka işte bu binanın doğu cephesinde yer alıyor.
Dev bir kapıdan içeri giriyor, avluyu geçip gişelerin olduğu dairesel salona varıyorsunuz. Biletinizi aldıktan sonra filminizin popülerliğine ve seansa göre ya aşağıdaki küçük salonlardan birine, ya da üst katlarda bulunan çeşitli büyüklüklerdeki büyük salonlara geçiyorsunuz.
Veya mesela Varşova Film Festivali zamanıysa, ellerinde programlarla sağa sola koşturan bir sürü insan oluyor burada.
Bu hafta vizyona giren “Leto / Yaz”, Sovyetler Birliği’nde ‘80’li yılların yeraltı rock sahnesine ve bu sahne etrafında gelişen alternatif kültüre ışık tutuyor.
80’lerin başı. St Petersburg’un henüz Leningrad olduğu yıllar (1991’de eski adını aldı). Dönemin tek kanalı olan devlet televizyonunda şanlı zaferler, ilerlemeler, devamlı harikayız, aslanız, kaplanız hikayeleri anlatılsa da herkes içten içe Sovyetler’in sonunun yakın olduğunun ve dünyada yeni bir dönemin geldiğinin farkında.
Bu ortamda bir grup insan rock müzik çevresinde bir araya toplanmış. Fikirler, özgürlük çığlıkları, toplumsal eleştiri, gitar soloları, aşklar, hayata dair asırlık sorular birbirine karışıyor. Bir yandan Batı’da henüz zirvede olan punk takip ediliyor, bir yandan dönemin alternatif kültürünün ikon isimleri Bob Dylan, Lou Reed, David Bowie takip ediliyor. Led Zeppelin ve Blondie’ye uzanan geniş bir yelpazede müzikler ve fikirler emiliyor. Eski nesil her ne kadar onları Batı hayranı olarak görse de Leningrad’da bir grup genç artık kendi kendinin parodisine dönüşen düzene itirazlarını rock müzikle yapıyorlar. Tabii kısıtlı imkanlarla hayli baskıcı bir ortamda.
Kurgusal yanı ağır basıyor
Film dönemin tanınmış
Amerikalı soul vokali Charles Bradley’nin “Black Velvet” adlı albümü, sanatçının hayatının son döneminde stüdyoda kaydettiği şarkıların yanı sıra, Nirvana, Neil Young gibi isimlerden uyarlanan cover’ları içeriyor.
Marszalkowska’dan tarihi şehir merkezine doğru döndüm. Kim bilir kaç asırlık ağaçların arasına, Ogrod Saski’ye doğru daldım. Hava sıfır derecelerde ama keyfim yerinde çünkü türlü içlikler ve kazaklarla sıcaktayım. Üstelik kulaklığımdaki müzikten memnunum.
Charles Bradley’nin “Black Velvet” albümünü bu ortamda dinliyorum. Soul ve funk’ı çıktığı yıllardaki gibi orijinal bir şekilde yaşatmaya çalışan az sayıda isimden biriydi Bradley. Hayatı boyunca şarkıcılık yaptı, ama eline yeterli para geçmediğinden hep yan işlerle uğraştı. Zorlu bir hayatı oldu. Ardından 2002’de rahmetli Sharon Jones’un içinde olduğu bağımsız retro soul firması Daptone altında çalışmaya başladı. 2011’de kariyerinde ilk defa albümü yayınlandı. 62 yaşındaydı.
Hayatları ve hikayeleri gerçekti
Bu albümle dikkat çekti. Ardından bir iki turne ve yeni albüm derken altın devri uzun sürmedi. Mide ve karaciğer kanseri onu aramızdan ayırdı. Gerçekten hayat bazen ne kadar acımasız ve adaletsiz. İnsana “Bir sürü
ICQ’yu hatırlar mısınız? İlk online mesajlaşma ağlarındandı. Bizde çok modaydı. Mesaj geldiğinde çıkan “a-av” sesi unutulur mu? Buradaki nick’lerini ve üyelik numaralarını hala ezbere hatırlayanlar vardır.
Daha Facebook zihinlerde fikir bile değilken, Zuckerberg arka bahçede top oynarken, web’de anonimdik hepimiz. Nick’lerimiz vardı. Bu nick’lerle konuşur, birbirimizi tanımaya çalışırdık. Ortak noktalar bizi birbirimize yaklaştırırdı. Sonra tanışırdık. Trend o yöndeydi. Çünkü insanoğlu kendisini ortaya koymakta henüz tedirgindi. Yediği, giydiği, içtiği şeyleri, ha bire hep aynı açıyla bakan suratını ve mühim fikirlerini internette insanlığın hizmetine henüz sunmamıştı.
Facebook’la beraber 2006 itibarıyla artık gizli saklı kalmadı. Paylaşımlar, fotoğraflar, havada uçuşmaya başladı. Kim kimle arkadaş, kim kimi like etti falan yeni başlıyordu. (Bu arada sosyal medyadan bahsederken Ekşi Sözlük’ü unutmayalım. Başta iyiydi. Sonra insanların birbirine iftiralar attığı çirkin bir yere dönüştü.)
2009’da, İsmail YK’nın “Facebook” şarkısını yaptığı yıl (“Facebook, Facebook /Bu kızı oradan buldum”) Twitter hayatımıza girdi. Anonimlik iyice anlamsız hale geldi. Artık konuşma, fikirleri beyan
Razorlight’ın yeni albümü şunu sordurdu: Yoksa 2000’lerin başında yükselen “rock ve punk revival” akımı kendi geri dönüşüne mi hazırlanıyor? Geri dönüşün de geri dönüşü olur mu demeyin, müzikte her şey olası.
Razorlight’ı sevenler el kaldırsın. Peki bilmeyenler el kaldırsın. Hmmm. Galiba hatırlatmakta fayda var. 2005’lerde neşeli, enerjik alt-rock modası zirve yapmıştı. Her yeni şeyi, başında bir “indie” koyarak anlamlandırmaya çalıştığımız naif ve çok eğlenceli dönemlerdi. Bir sürü Brit ve Amerikalı grup 70’lerin rock ve punk revival’ının henüz dinmemiş rüzgarıyla konser salonlarında şov yapıyordu. Razorlight’ı o dönem “America” ile tanımıştık. 2006 tarihli “Razorlight” albümü bayağı popülerdi. Johnny Borrell bir anda modacıların gözdesi olmuş, indie sosyetenin en gözde bekarı olarak dikkatleri çekmişti. Sonra 2008’de pek başarılı olmayan bir albüm geldi. Sonra ses kesildi. Geçen haftaya kadar. Razorlight sanki aradan 12 yıl geçmemiş gibi 2006’ya dönmüş ve “Razorlight”ın kaldığı yerden yola devam etmiş. Johnny Borell formunda. Yıllar onu pek etkilememiş. Ne sesi farklı ne görünümü. Neşeli, enerjik, mutluluktan eğlenceli partilerden bahseden pozitif bir albüm. Popun dahi üzgün
2012’de hayatını kaybeden Whitney Houston’ın hikayesini anlatmaya girişen “Whitney, Can I Be Me” belgeseli, eksiklerine rağmen şöhretin bedelini çarpıcı biçimde göstermeyi başarıyor.
Şöhret sağlığa zararlıdır. Dikkat etmezsen, güçlü değilsen, çevrende akıllı, zeki dostların yoksa darmadağın olur gidersin. Bu bariz ve klişe lafın doğruluğu son yıllarda maalesef acı bir şekilde kanıtlandı. Bizim gençliğini, ilk çıkışını bildiğimiz, yakından takip ettiğimiz starların yaşlanınca hayatla başa çıkamadıklarına tanık olduk. Kimi uyuşturucudan gitti, kimi intihar etti. Otel odalarında yapayalnız öldüler. Yanlarında ne bir hayranları, ne bir sevenleri, dostları, ne de akrabaları vardı. Nasıl bu duruma geliniyor? Whitney gibi belgeseller işte buna odaklanıyor. Çünkü sanırım seyirci de en fazla işin bu kısmını merak ediyor.
Whitney Houston orta direk bir ailenin tek kızı. İki abisi var. Annesi kilise korosunu çalıştırıyor. Whitney koroda solist olarak başlıyor. Annesi güçlü ve hırslı bir kadın. Onu yetiştiriyor. Ama hiçbir zaman ona ihtiyacı olan ilgiyi sevgiyi vermiyor. Houston çok erken yaşta “muhteşem sesli şarkıcı kız” olarak ünlü oluyor. Medyadaki algısı hep mucize ses vesaire. 1985’te, 22
Doğu Avrupa, Balkanlar ve özellikle de Polonya. Avrupa’nın en kirli havası işte buralarda. Varşova’da geçen hafta sonu ülkenin bağımsızlığının yüzüncü yılı kutlanırken göz gözü görmüyordu. Hayır, durmadan atılan havai fişeklerden çıkan duman değil neden. Ortalığı kaplayan ve üç gün boyunca hiç kalkmayan bir sis şehri resmen boğdu. Şehrin sakinleri olarak post-apokaliptik bir filmin içinde gibiydik. Bir süredir tavsiye üzerine kullanmaya başladığım “Air Visual” isimli uygulamadan uyarılar gelmeye başlayınca fark ettim. Hava kirliliği ciddi boyutlardaydı.
Bu uygulama havanın kalitesini ölçen detektörlerden gelen bilgileri düzenleyip size ulaştırıyor. Hava durumu gibi hava kalitesi durumu bildiriyor ve haftalık tahminlerde bulunuyor. Bakarken gözlerime inanamadım.
0-50 arası hava kalitesi iyi demek. 51-100 arasındaki değer kabul edilebilir bir “kirlilik” değeri. 101-150 arası belli risk grupları için sağlıksız hava demek. Özellikle solunum yollarıyla ilgili rahatsızlıkları olanlar ve çocukların dışarı çıkmaması ve havayı solumaması gerekiyor. 151-200 arasındaki değerler çok sağlıksız bir havayı işaret ediyor. Kalp ve solunum olumsuz etkilenir deniyor. Mecbur kalmadıkça dışarı çıkmayın
Şehir kültüründe “lokal”in yüceltilmesi geçmişte kaldı. Bugün ilk lokal övme dalgası sonunda zincirleşme yükselişte: Lokalin zincirleşmesi. Etrafınıza bakın en “lokal” yerin bile beş taneden aşağı şubesi yok artık.
Lokal kahvelerin zincirlere yeğ tutulduğunu biliyorum. Genellikle “lokal” dendi mi insanların içinde bir yerlerde sıcak sıcak, ılık ılık bir şeyler akıyor. “Lokal olsun da biz yerde de otururuz…” “Aaa lokal yerler biliyormuş derhal takibe alalım.” “Çok güzel bir yere gittik lokallerin takıldığı bir yer, hiç turistik değil.” Emin misiniz?
Ben bir kafe insanıyım. Bunu daha önce de yazmıştım. Kafelerde oturmayı, kafelerde yazı yazmayı, okumayı, notlar tutmayı ya da etrafa bakınıp hiçbir şey yapmamayı seviyorum. Lokal - zincir ayırmazdım. Ama son dönem bendeki ibre zincirlerde.
Zincirleşme yükselişte
Gözlemlerime göre mekancılıkta “lokal”in yüceltilmesi hafiften 2010’larda kaldı. Bugün ilk lokal övme dalgası sonunda zincirleşme yükselişte. Lokalin zincirleşmesi. Etrafınıza bakın en “lokal” yerin bile beş taneden aşağı şubesi yok. Biri ikisi de mutlaka AVM’lerin içinde üstelik. Yani “lokal”cilerin tüylerini diken diken etmesi gereken ifade AVM değilse nedir? Ama lokal kafelere