Bu hafta vizyona giren “Suspiria”nın Thom Yorke imzalı soundtrack albümü en az film kadar ilgi çekici ve ürpertici.
Suspiria” filmini geçen hafta izlediğimden bu yana elim ayağım tutmuyor. Filmin etkisinden kurtulamadım. Kurtulsam bir türlü kurtulmasam başka türlü. Çünkü filmin insanı kendine çeken, estetiği ve diliyle baştan çıkaran bir hali var. “Keyif alarak korkmak” hissini anlatan bir ifade var mı dilimizde ben bilmiyorum. Eleştirileri sinema yazarlarına bırakayım soundtrack’ten bahsedeyim. Thom Yorke imzalı soundtrack bir klasik müzik eseri inceliğinde hazırlanmış. Yorke’un solo işlerindeki bazı anları hatırlatsa da gerçekten filme özel yapıldığı belli. Yani, zaten elimde müzikler vardı filme yamadım, şeklinde değil. Ama şu da bir gerçek, Thom Yorke’un herkesin anlayamayacağı karanlık, içi şeytanlarla dolu (İngilizcede “demon” dedikleri şeyden bahsediyorum) bir dünyası var. Bu dünyanın kapılarını sonuna kadar aralama fırsatı onun için de heyecan verici olsa gerek.
Film orijinaline göre çok daha farklı bir sanatsal çizgide ele alınmış. Yönetmen Luca Guadagnino’nun (“Call Me By Your Name”in estetik havasını hatırlayın) korku ve dehşete yaklaşımı, bol kanlı bu fimi nasıl ele alacağı merak konusuydu. Film nasıl orijinaline göre daha sinsi, daha az renkli ve daha derinden gidiyor, dehşete nasıl bu yoldan ulaşıyorsa, müzikler de öyle. Orijinal filmin soundtrack’i İtalyan progresif rock ekibi Goblin’e aitti. Eklektik bir tarzı olan Goblin, orijinal filmin doğasına uygun olarak dark wave, new wave ve buna komşu avangart tarzlarla atmosfer yaratıyordu. Kilise orgu gotik bir hava yaratırken (yeni soundtrack bunu “Sabbath Incantation”da koroyla yapmış), klavyeler ve muhtelif vurmalılarla yaratılan efektler filmin dramatik yapısına uygun olarak albüme yerleştirilmişti.
Sinemada izlemek şart
Thom Yorke yüzünü orijinal filme değil daha çok yönetmen Luca Guadagnino’ya dönmüş. Film ve müzikler arasındaki dil bütünlüğünü bu şekilde açıklamak lazım. Orijinal sınırlardan çok kopmadan kişisel yorumlarla bizi bambaşka bir psikolojik evrene götürüyor bu ikili. Thom Yorke’un vokallerini kullandığı az sayıda şarkı dışında tamamen enstrümental bir albüm bu. Yorke bazen tek piyanoyla dahi arzuladığı etkiyi yaratmayı başarıyor. “The Voiceless Terror” ve “Epilogue” gerçekten çok çok acayip. Bir korku filminin soundtrack’inden de korkulur mu? Hem de nasıl...
Standart korku filmlerinin şablon senaryolarından, aynı tezgahtan çıkmış dekorlarından, efektlerden bıkanlar. Anlayışı en kıt Amerikalı seyirciye hazırlanan ve her şeyi gözümüze gözümüze sokan incelikten yoksun anlatımlardan tat alamayanlar. Ucuz efektli korku numaralarından bayanlar mutlaka izlemeli, soundtrack’ine de ilgi göstermeli. Sinemada izlemek şart. Başka çözümlere gitmeyin.
“Bohemian Rhapsody” filmi ve albüm
Queen’in bir dönemini ve Freddie Mercury’yi anlatan “Bohemian Rhapsody” çok tartışılıyor. Filmi eleştirmenler pek beğenmedi. Notlar oldukça düşük. Ama seyirci beğenmiş olmalı ki gişe rakamları yüksek. Biz bu ikilemi bir kenara bırakalım ve filmin soundtrack albümünü inceleyelim. Bu bir biyografi filmi değil. Sadece bir döneme odaklanılıyor ve bu dönemin merkezinde (finalinde) 1985’deki Live Aid konseri var. Dolayısıyla albüm grubun müzikal açıdan bir retrospektifi değil. Daha ziyade Mercury’nin hastalığı öncesi performansları ve film için yeniden çalışılan bazı şarkılar var. Bir Queen dinleyicisi için, ki Queen dinleyicisi çok sadık, çok dikkatli olur ve grubun her hareketine de hakimdir, çok enteresan mı emin değilim. Live Aid kayıtları hariç. Bu kayıtlar Queen tarafından ilk kez bu soundtrack için ortaya çıkarıldı. Bu bakımdan ilginçler. Queen filmi de soundtrack albüm de çok tartışılacak anlaşılan.