Türkiye’mizde bir konu, bir alan gösterin ki orada insanlar birleşsin, tek yumruk, tek ses olsun ve güçlü bir mesaj versin. Bu mesajı bu iradeyi ortaya koymadığınız zaman ciddiye almanız da mümkün değil. Aylardır, pandeminin başından bu yana bir buçuk yıldır yazılıp çiziliyor müzisyenlerin, müzik emekçilerinin durumu ve çıkmazı.
Herkes bir şekilde hayatına devam ederken 15-16 aydır işini yapamayan müzisyenler ve müzik emekçileri nasıl hayatta kalacak nasıl geçinecek, konu bu. Bir şekilde konserlerin ve turnelerin başlama vuruşu geçen hafta yapıldı ancak bu sefer de gece 24.00’te başlayacak bir müzik yasağı söz konusu.
Ne bir anlamı, ne işlevi, ne de mantığı olan, sadece müzik dünyasına ve müziksevere eziyet olarak alınmış bir karar olarak görüyorum. Bu kararla hedeflenen sadece müzik camiası ve dinleyici de değil, gece hayatı, eğlence hayatı, kültür sanat ne varsa hedef alınmış oluyor. Ses kontrolü zaten var, desibel kontrolü düzenli yapılıyor. Açık havada gürültü yapana zaten aman
"Her şeyi devletten beklemeyelim, illa pandemide konsere gerek yok, meslek birlikleri iyi çalışıp telif yeterli toplasa konserlere gerek kalmaz."
Orhan Gencebay talihsiz açıklamalarına devam etmiş. Müzisyenlerin pandeminin kahrını en çok çeken meslek grubu olduğu aşikâr ama Türkiye’de buna ek olarak bir de bu açıklamacılıktan çekiyor müzisyenler. Ortada bir sorun olmasından değil, sorunun asla çözülmemesinden çekiyoruz. Sorunumuzun daha ne olduğunu dahi anlayamıyoruz ki sorunu çözelim.
Gencebay’ın söylediği her şey yanlış. Savunduğu sistem, değerler eski, günümüze uygun değil.
Günümüzde müzik dünyasının temel gelir kaynağı stream ya da diğer kanallardan gelen telifler değil konserlerdir. Müzik ekonomisi konser ve festivaller etrafında döner ve para buradan gelir. İnanmayan rakamlara, istatistiklere bakar. Ne kadar telif alırsanız alın, sistem dönmez.
Bu yanlış teşhislerin nedeni de Gencebay’ın bu işin profesyoneli olmamasıdır. Dünyada telif toplama ve dağıtma işi profesyonel kişi ve kurumlara devredilmiş
Sir Andrew Barron Murray 2016 yılına kadar dünyanın bir numaralı erkek tenisçisiydi. O zamanlar maçları yakından takip edenler hatırlar, Murray sahaya çıkınca sıkılırdık çünkü kaybetmezdi. 2008-2017 arasında kesintisiz hep ilk 10’da yer aldı. 2016’da 41 hafta üst üste 1 numara kaldıktan sonra kariyeri farklı bir yön aldı. Sakatlandı. 2018’de ciddi bir kalça operasyonu geçirdi. Bu tip operasyonlardan sonra sporcuların eski haline dönmesinin düşük bir ihtimal olduğunu kendisi de operasyona girmeden itiraf etmişti.
Daha önce 2013’te de bir sırt operasyonu geçirmiş ancak toparlanmış ve devam etmişti. Bu defa sakatlık büyüktü ve tenis çevrelerinde herkes Murray için golfe başlar, futbol takımlarından birinde teknik direktör olur diyordu. Dünyanın bir numaralı tenisçisiyseniz, bu kadar rekabetçi bir alanda tepeye çıktıysanız ve dünyanın genel anlamda en önemli sporcularından biriyseniz kalça operasyonunun hayatınızın sonu olduğunu da bilirsiniz. Tavsiyeler haksız değildi.
Murray’nin
Bir değil üç önerim var. Londralı rock ekibi Wolf Alice’in yeni albümü önceki hafta piyasaya çıktı. 11 şarkılık albümün prodüktör koltuğunda Coldplay ve Arcade Fire ile de çalışmış Markus Dravs oturuyor. Wolf Alice başta akustik yanı ağır basan bir pop grubu görünümünde olsa da zaman içinde sound ve ruh olarak rock’a evrilmiş bir ekip. Solist Elie Roswell’in kendine has vokali zaman zaman grubun bu dönemlerini anımsatıyor.
Ben daha çok “Smile”, “Play the Greatest Hits” gibi gitar sound’u ağır basan şarkıların enerjisini sevdim. Albümü aradan şarkıları seçerek değil bütünüyle dinleyince kavramak (normal olarak) daha kolay.
İkinci albüm Weezer’ın “Van Weezer” adlı yeni albümü. Weezer’ın 80’lerin rock/metal gruplarını hatırlatan klasik kirli gitar sound’unu bu etkiyi yaratmak için kullanan şarkılar. Gitar sololarını duyunca insanın gözünden bir damla yaş süzülüyor. “I Need Some of That”, “Beginning of the
İsrail halkı Netan- yahu’nun gidişini köpük partisi yaparak kutlamış. Görüntülere bakarken, eski Türkiye’nin güneyinde yer alan eski Ege kıyısındaki meşhur tatil beldelerinden eski Bodrum aklıma geldi. Burada eski coşkulu günlerde, eski barlar sokağının sonunda (ya da başladığı yerde) eski eğlence hayatının merkezindeki mekânlardan pek meşhur Halikarnas diye bir yer vardı. Burada ha bire köpük partileri olurdu. Magazin basını bunları yazmaya doyamazdı. İngiliz turistlerin sırılsıklam, çılgınca eğlenen fotoları ve bizim meşhurların enteresanlıkları bu haberlerde birbirine karışırdı.
Normal kıyafetlerle girilir, sırılsıklam çıkılırdı. İçeride tişörtünü, gömleğini kaybedenler olurdu. Zaten yaz günü Bodrum’da, pardon eski Bodrum’da tişörtü ne yapacaksınız?
Gündemden o denli bunaldım ve Türkiye’nin güney sahillerini o kadar özledim ki Netanyahu’nun gitmesi şerefine sanki 1986 yılındaymışız gibi köpük partisi yapan İsraillilerin gündeminden bir eski Bodrum tatlılığı yarattım kendime. Herkes
Sosyal medyada şöyle bir kategori oluştu. Zengin ve kalantor Türklerin çocuklarının, yeğenlerinin lüks ve çok hızlı arabalarında çektikleri videolar. Kimisi sol şeritten selektörlerle yara yara gidiyor. Kimi kankalarıyla yarış yapıyor. Kimisi sadece park halinde poz veriyor. Bu insanlar arabalarına âşıklar ve bu aşkı dünya âlem bilsin istiyorlar. Ama bu videolarda ortak başka bir şey var. “Pablo”. Pablo nedir diyeceksiniz. Pablo, Pablo Escobar’ın Pablo’su. “Pablo” bir şarkıda geçen çok “catchy” (akılda kalıcı) bir nakarat. Amerikalı rap ekibi Migos’un “Narcos” adlı şarkısında geçen bir nakarat. Nakaratı Türkçeye çevirmek istemiyorum çünkü aşırı şiddet ve madde kullanımı içeriyor. “Narcos” dizisini biliyorsanız şarkının nelerden bahsediyor olabileceğini de biliyorsunuzdur. Sonra özendirmekten başıma iş gelmesin. Bu şarkı bu tip videolarda arkada fonda çalıyor. Ayrıca bu şarkının “Pablo” diye başlayan nakaratının sample’lanarak kullanıldığı club
İngilizler futbola ilgi konusunda aynı Türkler gibi. Herkes bir noktada futbol konuşabiliyor ve herkesin iyi kötü desteklediği en az bir takım var. En az bir dememin nedeni, insanların mahalle takımlarını ve ulusal ligde de başka bir takımı eşit derecede benimseyip sevmesi. Eski komşum Steve, West Ham’liydi. Ama aynı şekilde St. Albans’ı da tutuyordu. “Bu hafta fena çuvalladık” dediğinde hangi takımdan bahsettiğini soruyordum. Futbolla sıfır ilgim olduğunu anladığında sen ne biçim Türk’sün gibisinden bakmıştı bana ama elbette İngiliz kibarlığını elden bırakmadan (ve benim de ilgilendiğimi fark ettiğinde) West Ham’in ligdeki durumunu elinden geldiği kadar izah etmiş, St. Albans’ın da içinde bulunduğu Hertfordshire takımlarından bahsetmiş, bölgenin en büyük takımı Watford’ı neden sevmediğini, bazen Premiership yerine neden Ulusal Lig güney kümede (yani üçüncü küme gibi bir şey) mücadele eden St. Albans’ın ezeli rakipleri Hemel Hempsted veya Boreham Wood’la olan maçlarını tercih ettiğini anlatmıştı. Bunları
Geçen hafta, halen devam etmekte olan Roland Garros’ta ilgimi çeken bir gelişme oldu. WTA sıralamasında dünyanın 2 numarası Naomi Osaka bütün maçlarını tek tek kazanıp şampiyonluğa doğru ilerlerken turnuvadan çekildi.
Herkes sakatlık mı falan diye sorarken açıklama hemen geldi. Osaka basın toplantılarına katılmak istemediği için turnuvadan çekilmişti. Osaka’nın içe dönük bir yapısının olduğu, kalabalık önünde konuşmaktan hoşlanmadığı biliniyor.
1997 doğumlu genç sporcu Roland Garros organizatörlerine basın toplantısına katılmak istemediğini, ruh sağlığının buna uygun olmadığını bildirince 15 bin dolarlık ceza yemiş ve kendisine basın önüne çıkmasının bir mecburiyet olduğu söylenmişti. Osaka’nın turnuvadan çekilmesi işte bu karar sonrası gerçekleşti.
Sporcular bacağım sakat, kolum ağrıdı, bileğim burkuldu diyerek turnuvadan çekildiklerinde bu normal karşılanıyor. Ama psikolojisi bozuk olduğundan cezalandırılan (15 bin dolar) ve turnuvadan çekilmek durumunda kalan Osaka’nın durumu bende bir isyan duygusu yarattı