Londra’da Harringay taraflarına yolunuz düşerse büyük bir şaşkınlık geçirebilirsiniz. Ben geçirdim. Açıkçası, Türklerin yoğun olarak yaşadığı başka bölgeler de var burada ama hiçbiri Harringay kadar Türkiye’ye benzemiyor. Berlin dışında herhangi bir yerde bu kadar Türkiye bir yer yoktur sanıyordum.
Harringay’e kebap yemek için gittik. Kızım Türk yemeklerini yesin, öğrensin istiyorum. Türkiye’de olsaydık böyle bir sorunum olmayacaktı ama burada bunun için özel çaba göstermek lazım. Yurt dışında yaşadığınızda bazı şeyler için ekstra çaba göstermek zorundasınız. Geçenlerde “Lahmacun nedir baba?” dediği anda kendimi çok kötü hissettim, can havliyle “Kalkın kalkın, kebapçıya gidiyoruz” diye ahaliyi arabaya doldurdum, soluğu Antepliler’de aldık.
Antepliler, Londra’nın en meşhur kebapçılarından biri. Gitmeden önce pek çok kişiden duymuştum ama pandemi şu bu derken, ilk kez gidebildik.
Mekânı ararken, kendimi bir an için gazeteden çıkmış, Bağcılar-İkitelli hattında “lokal” kebapçı arıyormuş gibi hissettim. İnanın yıllarım geçti o bölgede ve Harringay ile Bağcılar ya da Ümraniye ya da bu tip herhangi bir sıradan İstanbul semti arasında hiçbir fark yok.
Diyarbakır mutfağı sunan lokantalardan Kayseri mantıcısına, bol kepçe lokantalarından züccaciyelere, nalburlara, bakkal çakkal, markete kadar Harringay High Street komple ve damardan Türkiye. Restoranların önüne atılmış masalarda ince belli çaylarını içen vatandaşların arasından süzülerek geçip Antepliler’i bulduk. Açıkçası, yemek detaylarına girmem ama her şey Türkiye gibiydi demekle yetineceğim. Leyla’ya lahmacunu dürüm yapıp ısırmayı öğrettim. İnsanlar çocuklarına bisiklete binmeyi öğretirler ben de lahmacun dürmeyi öğrettim, sanırım bu anı hiç unutmaz, anılarına kaydeder.
Türkiye’den yurt dışına akın akın insan göçüyor. Bu biliniyor ve haberlerde de zaman zaman yer alıyor. Henüz çapı hakkında elde ne kadar bilgi var bilmiyorum ama Londra’dan, kendi çevremden de gördüğüm kadarıyla Türkler giderek daha fazla varlıklarını hissettiriyor.
Mahallede çok güzel bir organik ürünler dükkânı var. Herkesin uğrak yeri bu mekânın sahibinin Türk olduğunu yeni fark ettim. Çok düzgün bir manavımız var mahallede baktım fonda Ezhel çalıyor. Hemen fark ettim ki burası da Türklerin. Herhangi bir restoranda Türk şef görmek, herhangi bir menüde “Turkish sucuk” ya da benzeri tanıdık isimlere rastlamak sıradan. Hemen anlıyoruz ki içeride bir Türklük var.
Ama elbette olay bundan ibaret değil. Pek çok tanıdığım buradaki büyük şirketlere transfer oldu, avukatlar var, teknoloji şirketi kuran var, gazeteciler var, her alanda kendi işini kuranlar var. Yurt dışında yeni bir göçmen Türk popülasyonu ve yeni bir Türkiye diasporası kültürü kendi kendine oluşuyor. Londra sanırım Berlin’den sonra bu diasporanın en büyük merkezi olmaya aday. Kızımla lahmacun yerken bunları not etmişim defterime.
‘Telefonunu açmadın!’
Böyle bir şey var: “Aradım, açmadın.” Sırf cep telefonumuz var diye her dakika aranabileceğimiz fikri sanırım günümüz dünyasının manasız ön kabullerinden biri. Telefonu açmamak çoğu zaman bir hakaret olarak algılanıyor. Ben bu durumu her şeyi kişiselleştiren Türklere özgü bir kompleks olarak algılıyordum ama anlıyorum ki dünyanın her yerinde bu böyle. “Telefonunu nasıl açmazsın!” gibi bir doğal hak hasıl olmuş insanlarda. Telefon çaldığında iki elimiz kanda olsa koşup nefes nefese, “Alo, buyrun, hizmetinizdeyim” demek gerekiyor. “Müsait değildim.” Bu güzel cümlemiz tamamen yok oldu gitti.
Ama bu açıklama da yetmiyor. Aramasına yanıt vermediğiniz kişiyi geriye aramak daha büyük dert çünkü müsait değildim yeterli bir açıklama olarak çoğu zaman kabul edilmiyor. “Müsait değildim çünkü şeyi şey ediyordum, şey gelmişti şeye gittiydik...”
Bir eziklik, bir özür dileme hali. Müsait olmamak ve telefonu açmamak o kadar fena ki açılmayan telefonu telafi etmek için 1000 kalori harcamak lazım.
İnsanlar telefonu neden açmadım mazereti açıklamaya mecbur edilmemeli. Sadece canım o an istemedi, kendimi iyi hissetmiyordum, bir şey düşünüyordum gibi başkaları için yeterli görülmeyecek nedenlerden de telefonlar açılmayabilmeli.
İşin garibi, bunları yazıyorum ama bende de var aynı hastalık. Arıyorum, açılmayınca aynı hisler bende de vuku buluyor. “Vaay, açmadı telefonumu!” Birader müsait değilse açmaz. Nedir bu ani işkillenmeler?
Hem zaten artık kim birbiriyle konuşma istiyor ki? Mesajlaşma var. At mesajı, bekle. Bazen karşımızda oturan kişiyle dahi böyle anlaşmıyor muyuz? Beklerken de biraz Twitter, biraz mail kontrolü. Mesaj beklerkenki kadar verimli zaman kullanımı başka nerede var?
Özetle, bazen telefonlarımızı açmıyoruz çünkü açamıyoruz. İnsanlık olarak bu psikolojik eşiği aşalım, bu gerçeği kabul edelim ve mutlu olalım. Ayrıca mesaj konuşmaktan daha etkili sanki.